Do ‘gallery selfies’ ruin the experience of museums? It doesn’t become about, ‘Hey, look at this Rembrandt.’ It becomes, ‘Hey, look at me with this Rembrandt,’” he says. “‘Look at this Rembrandt as sort of a wallpaper in the background, so that I can show that I’ve been there.’ But it’s taking away the experience…
It doesn’t become about, ‘Hey, look at this Rembrandt.’ It becomes, ‘Hey, look at me with this Rembrandt,’” he says. “‘Look at this Rembrandt as sort of a wallpaper in the background, so that I can show that I’ve been there.’ But it’s taking away the experience of looking and engaging.
Müzede çalışırken… Hayat hiç de sıkıcı değil. Tam tersine yaratıcılığın her daim içinde insan. Bir gün bir bakmışsınız bir dans yarışmasına davetlisiniz ve bütün ekip kameraların karşısında hünerlerinizi sergiliyorsunuz. When you work at a museum.. blogunun önderliğinde hazırlanan Museum Dance Off 2‘ye katılımlar başladı.
Biz de katılalım derseniz, gerekli şartları buradan okuyabilirsiniz.
Video gönderen tüm müzelerin listesine buradanulaşabilir ve yarışmada nasıl oy kullanabileceğinizi öğrenebilirsiniz.
İlk oylama 20 Nisan’da başlıyor!
“This was a great way to bring the museum together,” says Duff. – Read more on smithsonianmag
Müze dükkânı işletmeciliği zor bir alan. Müzenin en önemli gelir kaynaklarından birini oluşturuyor. Bu açıdan, ihmal edilmemesi de gereken bir alan. Başarılı bir müze dükkânı işletmeciliğinin anahtar kelimeleri arasında ürün seçimi, fiyatlandırma ve çeşitlilik en başta geliyor. Cazibe ise gizli özne.
Dünyanın en tanınmış sanat eserlerini tek bir çatı altında toplayıp inanılmaz bir çözünürlükle sunan Google Art Project, fırça darbelerine yönelik yeni bir tiryakilik başlatacak gibi görünüyor. “Dünyanın bütün müzelerini internette tek bir müze haline getirmeyi” amaçlayan proje, Google çalışanı Amid Sood’un on sekiz aylık çalışmasının ürünü. “Neden Google Art Project?” sorusunu Sood “erişilebilirlik” olarak yanıtlıyor. Hindistan’da doğduğu için birçok müzeye erişimi olmayan Sood, seyahat etmeye başladığında gezdiği müzelerden çok şey öğrendiğini fark etmiş. Bu projeyle de teknolojinin nimetlerinden yararlanarak müzeleri herkes için erişilebilir kılmayı arzulamış. Ne de olsa günümüzde ulus aşırı geziler zor zanaat.
Vincent van Gogh’un en bilinen eserlerinden Yıldızlı Gece ve aşağıda Google Art Project sitesinin sağladığı inanılmaz çözünürlük
Peki, Google Art Project nedir?
Kısaca, dünyanın önde gelen sanat müzelerindeki binden fazla sanat eserini, olağanüstü detaylarıyla birlikte keşfedebileceğiniz bir internet sitesi. Dilerseniz Sokak Görüşü teknolojisiyle müzenin içinde dolaşabilir, hareketli kat planıyla müzeyi keşfedebilir ve beğendiğiniz bir eserin 10 milyon pikselden oluşan dijital kopyasına bakarak, önünde dursanız göremeyeceğiniz detayları, çatlakları, fırça darbelerini inceleyebilirsiniz. Eser bilgilerinin yer aldığı paneller ve YouTube’daki ilgili videolar da yardımcı kaynaklar olarak sunulmuş.
Bütün bunların yanı sıra Google Art Project, zengin fakir ayırt etmeden herkesin koleksiyoner olmasını sağlıyor. “Bir Sanat Koleksiyonu Oluştur” (Create an Artwork Collection) özelliği ile beğendiğiniz sanat eserlerini bir araya toplayabiliyorsunuz. Eserler hakkında yorum yapabildiğiniz gibi, bütün bunları arkadaşlarınızla da paylaşabiliyorsunuz. Google hesabınız varsa koleksiyon oluşturmak için yeniden kayıt olmanız da gerekmiyor.
Bu yeni projenin çapı şu şimdilik yeterince geniş değil. Zira hangi sanatçıya ve eserlere bu projede yer verileceği tamamen müzelerin inisiyatifinde ve eserler hakkındaki tüm bilgi yine müzeler tarafından sağlanıyor. Ancak bugüne kadar projeye aralarında Museum of Modern Art of New York, British National Gallery, Rijksmuseum (Amsterdam) ve Altenationalgalerie (Berlin) gibi ağır topların da bulunduğu 17 müze katıldı. Yakın gelecekte Türkiye’den müzelerin de bu projede yer alacağı konuşuluyor.
Amit Sood, Mart 2011′de TEDTalks’ta yaptığı sunumda Google Art Project’in deneme sürümünü izleyicilerle paylaştı. (Konuşmasının Türkçe altyazısı var ve Firefox ile problem yaşarsanız buradanda izleyebilirsiniz.)
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı açıklandığında, AKP’nin ilk dönemlerinde yapılan ateşli tartışmalardan biri düştü aklıma istemsizce:Mahalle baskısı. Ruşen Çakır, 2007’de, Religion, Society and Modernity in Turkey adlı kitabı üzerine sosyolog Şerif Mardin’le bir röportaj yapmıştı. Şerif Mardin, AKP politikalarını değerlendirdiği bu röportajda, mahalle baskısı kavramından ilk kez bahsettiğinde ortalık ayağa kalkmıştı.
Bu sosyolojik kavram, yaygın olarak, laikliğin önünde bir tehdit olarak algılanmış ve buradaki tartışmalarda “yetmez ama evetçiler” olarak adlandırılan politika eleştirilerin hedefi olmuştu. Çok az bir kesimse kavramın geliştirilmesi gerektiğini ve bu haliyle doğru anlaşılmadığını savunuyordu. (Tahminlerim olmasına rağmen) kimle konuşuyorduk tam hatırlamıyorum, sosyoloji hocalarımdan biri, Şerif Mardin’in mahalle baskısı kavramıyla ‘AKP’nin ileride yaşayabileceği toplumsal baskıyı’ işaret etmeye çalıştığını anlatmıştı o dönem.
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını duyduğumda, “o zaman, bu zamanmış” diye düşündüm.
Tartışmalar neydi diye geriye dönüp okumak istediğimde Ruşen Çakır’ın hazırladığı kitaplakarşılaştım. Röportajın orijinali ve o dönemin köşe yazılarının derlemesinden oluşan kitabı 2021 baharında okurken Walter Benjamin’i andım: Angelus Novus – gelecekten gelen ve bugünü anlamak için geçmişi kavramsallaştırmaya çalışan “tarih meleği.”
Paul Klee | Angelus Novus
“Klee’nin ‘Angelus Novus’ adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üstüste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket.”
Şerif Mardin’in röportajını 20 yıllık AKP politikalarının yaşanmışlığıyla okuduğumda, o enkazın altında, önemli bir sosyolojik uyarıyı toplumsal olarak nasıl ıskaladığımızı gördüm.
Benim yorumladığım kadarıyla, Şerif Mardin, “iyi güzel siz İslami hayatı kentte böyle modern yaşıyorsunuz da bu işin bir de Anadolu tarafı var; onları bu sürece nasıl dahil edeceksiniz ya da eğer edemezseniz de Anadolu’nun bu mahalle baskısıyla nasıl baş edeceksiniz?” demiş. Bu kendi dilimde ifade ediş, akabinde, bana şu soruları düşündürttü: Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı ile küresel yükselen anti-gender (toplumsal cinsiyet karşıtlığı) hareketleri birbirlerinden nasıl etkileniyor? 2011’den 2021’e hem ulusal hem de ulusötesi AKP politikaları nasıl değişti? Özetle, son 10 yılda tam olarak ne oldu da Türkiye sözleşmeyi ilk imzalayandan sözleşmeden ilk çekilen ülke konumuna döndü? Mercator-IPC araştırma projemde bu soruların peşine düştüm aslında. Ancak bu yazıyı o araştırma projem için yazmıyorum. Burada mevzu, Kızıl Goncalar – televizyon dizisi.
Köşeleri sivriltilerek tek tipleştirilmiş laik ve muhafazakâr karakterleriyle Kızılcık Şerbeti’nin yarattığı gündem (reyting diyelim) ortadayken, aynı yapımcı yeni bir dizi sürdü piyasaya – bu sefer de biraz Kemalistleri ve tarikatları karikatürize etmez miydik? Bilemedik. RTÜK, gelen şikayetler üzerine, (şimdilik) 2 haftalık yayın durdurma cezası verdi. Ben yine Şerif Mardin’i, Türkiye’yi İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına götüren süreçte tarikatların etkinliğini ve 2023 genel seçimlerinde sıkça gündeme gelen devletin tarikatlaşmasını hatırladım. Kızıl Goncalar dizisine ve yarattığı toplumsal tepkiye baktığımda gördüğümü yazmak yerine, bu sefer, iki video bırakıyorum ilgilisine.
İzlerken, Marx’ı, Das Kapital’i ve şu sözünü birlikte düşünmeli insan: “Din, toplumların afyonudur.”
Gazeteci İsmail Arı’nın yolu, Kızılay üzerine araştırma yürütürken, Menzil tarikatıyla kesişmiş. İncelediği belgelerde, Kızılay’ın satın aldığı ürünlerin Menzil tarikatına ait şirketler olduğunu gördüğünde, önce, tarikatın sağlık sektöründeki yapılanmasının izini sürmüş. 2012’de hükümet yetkililerinin katılımıyla gerçekleştirilen EMSEY HOSPITAL açılışının ikonik bir görsel olduğunu belirten Arı, özellikle Menzil tarikatında üst düzey bir yöneticinin tanıklığıyla, bu toplumsal (siyasi) ilişkilerin peşine düşmüş. Menzil’in Kasası isimli kitabının tanıtımı için verdiği bu röportaj, bir anlamda, Kızıl Goncalar dizisinde portresi çizilen tarikat yapısının günümüz koşullarındaki arka planını sunuyor.
“Adına hizmet diyorlar. (…) Ne yapacaksın? Ücretsiz orada [Menzil köyünde] faaliyette bulunacaksın. Belki on gün yolları süpüreceksin. Belki bir hafta mutfakta temizlik yapacaksın. İnşaat işi varsa inşaatta çalışacaksın. Hatta cemaat mensupları, yıllık iznini kullanıp oraya bu hizmet adı altında gidenler var. Yılda [bir insanın] izni 21 gün; o 21 günü orada hizmet adı altında çalışmak için harcıyor ve sonra geri dönüyor. Hatta deniyor ki polisler, askerler dahi yıllık izinlerini bir kısmını hizmet adı altında orada geçiriyorlar. [Kaynağımıza göre] cemaati yöneten şeyhlerin korumalarının da bu şekilde oluştuğu. En başta söyledim, uzman çavuş, astsubay arasında çok örgütlüler diye. Örneğin, İstanbul’daki bir polis memuru 15 gün izne ayrılıyor ve oraya gittiğinde hizmeti de Menzil’in şeyhlerine korumalık yapmak. 15 gün onun izni bitiyor döneceği zaman bir Jandarma uzman çavuş gidiyor. Belinde zaten taşıyabildiği, mesleğinin gereği silahı var, yıllık izninde şeyhin korumalığını yapıyor ve bu döngü sürekli devam ediyor.”
İsmAİL ARI
2: Mustafa Öztürk, Kızıl Goncalar Kimden Yana?
İlahiyatçı akademisyen Mustafa Öztürk, doğrudan tekke ve tarikatların tarihi dönüşümü üzerine bilgiler sunarken, Kızıl Goncalar dizisinin, aslında, dile getirdiği konular çerçevesinde (gizli) siyasi bir mesaj (amaç) içerdiğini iddia ediyor. O da şu: Bu ülkede kutuplaşma son bulacaksa, bu, ancak muhafazakârların şefkati, hoşgörüsü ve merhametiyle olacak. Başka bir ifadeyle, Öztürk, dizinin eleştiri perdesi arkasında belli bir yaşam biçiminin propagandasını yaptığını savunuyor. Bu tersten teorisininnin doğrulandığını ya da yanlışlandığını göreceğiz.
“Dizinin bir derinliği var, o diziyi kurgulayan zihniyetin de bir derinliği var… Zeynep, Meryem, mazlumlar… Hele hele bir de Birgül Hanım var ki… Diğer taraf mutant yani… Ve onlar öyle güzel yürekliler ki taş kesilmiş kalpleri bile yumuşatıyorlar… Gene puan kimin hanesine yazılıyor hocam? Gene muhafazakârlara… Eğer bu dizi şak diye kesilirse benim bütün teorilerim çöker.”
DAN! Duvara çarptım. Üye olmadan girilemiyor mu? Döndüm yanımdakine sordum. Ben de baktım, üye olmak gerekiyor diye çıktım siteden, dedi. Döndüm siteye bir daha baktım. Meğer yukarıda gizlenmiş menü. Biz iki internet kurdu site tasarımını ilk denemede çözmekte başarısız olmuştuk. Yılmadım. Üye oldum. Hevesle eserler arasında dolandım. DAN! DAN! Afişleri neden tam göremiyorum? Yarısından filmi tahmin etmek mi gerekiyor? Görselin üstüne tıklamalıymışım tam boyutuyla görmek için. Tek tek. Eğer “sıradaki” diye gezersem büyütülmüş görselleri, galeriyi yekpare gösteriyor ve farklı kategoriler altında oluşturulan galeriler arasındaki geçişi göremiyorum. Ayrıca resim büyükken onu koleksiyonuma da ekleyemiyorum, paylaşamıyorum. Büyük görselden çık, küçüğünde beğen, sıradaki görseli büyüt, beğendiysen tekrar küçült… Yoruldum. 5 eserden sonra bıraktım.
Aaa bu filmi hatırlıyorum, çok eskiden izlemiştim, konusu neydi acaba, tam hatırlamıyorum, diye düşünürken buldum bir de kendimi sık sık. Yüzyıl diyor. Hatırlamamam normal. Peki neden hafızama bir yardım yok? Kısa bir paragraf. Bazı eserlerin altında yazıyor. Örneğin dergiler. Derginin adı, yılı ve ödünç alınan arşiv. O kadar. İsim etiketi gibi. Kimliği yok. Esere dair bir bilgi yok yine. Peki bu site neden var?
Sergiye, konusunda uzman yazarların sinema ve seyirci ilişkisini ele alan yazılarının yanı sıra görsel arşiv malzemesinin sunulduğu kapsamlı bir katalog ve şu anda ziyaret ettiğiniz web sitesi eşlik ediyor. Web sitesinde Türkiye sinema tarihinin seyirciyle ilişkisinin kaydını tutan görsel arşiv malzeme ve ziyaretçilerin beğenilerine göre sergiden kendi seçkilerini oluşturarak sosyal medyada paylaşabilecekleri bir panel yer alıyor. Bu çalışmayla serginin daha geniş kitlelere yayılması ve arşivin sergi bitiminden sonra da ziyaretçiyle buluşması amaçlanıyor. – Sergi Hakkında
Sergilerin dijital ortama aktaralmasında amaç ne, hedef kitle kim? Soruları dönüyor yine kafamda. Bu internet sitesi sergiyi ziyaret edenler için mi hazırlanmış? Evet, bunu görmüştüm ve bu aslında şöyle bir şey anlatıyor, bunu koleksiyonuma alayım. Mı demeliler? Ben gezmedim. Bu platformdan da sergi hakkında bilgi alabiliyorum ama serginin sunduğu bilgiler hakkında herhangi bir şey öğrenemiyorum. Araştırma sergisi. Araştırmaya dair bilgi yok. Araştırma ekibi var, sergi ekibi var. Sonuç? Sitenin galerilerinde gördüğünüz 88 eser. Eserlerden ve sergi salonundan örnekler. Gidip görebilmek istiyorum. Kesinlikle. O zaman internet sitesinin amacı müzeye ziyaretçi çekmek mi? Peki hiç gezemeyecek olanlar? Zaman ve mekan kısıtlaması olanlar? Daha geniş kitlelere ulaşsın sergi, sosyal medyada paylaşılsın. Peki, hakkında konuşma oranı arttıkça mı başarılı sayacağız bir sergiyi, yoksa içeriğini aktarabildiğinde mi?
Sitenin bir diğer eksiğinin de oluşturulan koleksiyonun paylaşımına dair olduğunu düşünüyorum. İsterdim ki izleyici kendi notuyla birlikte oluştursun koleksiyonu. Paylaşılan bir koleksiyonu gezerken ben, koleksiyonuncunun notlarını okuyabileyim. Onun ilgi alanlarını, serginin ve eserlerin onda bıraktığı hissiyatı ya da hatırlattıklarını keşfedebileyim. Belki ben de o notlardan yeni bir şey öğrenebilirim. Araştırma sergisi değil mi bu, belki sergiye de katkısı olur. İsterdim ki bir koleksiyon yazısı yazabileyim. Neden bu koleksiyonu oluşturduğumu sosyal medyada paylaşırken yazdığım notla sınırlı kalmasın, koleksiyonumla birlikte dursun orada. Hatta isterdim ki bu koleksiyonlar bir yerde biriksin. Başkalarının koleksiyonuna da bakayım. Ya da izleyiciler bir eser seçsinler ve onunla ilgili bir şeyler yazsınlar, o bir yerde biriksin. Eserlerle ilgili internette daha fazla linke ulaşmak da isterdim. Internet teknolojilerinin en büyük değeri hyperlinkler. Değil mi? Katman katman dolaşıyorsun sanal dünyada.
Belki geliştirilecek bir projedir. Sergi bittikten sonra eklenecektir diğer eserler. (Telif vb.’nin de farkındayım.) Gönlümden geçen dijital sergi platformu dileklerimi sıraladım ben peşpeşe.
Bir de merak ediyor insan, internet sitesi ziyaret oranıyla, koleksiyon oluşturma oranı arasında nasıl bir oran var? Sitede kalma süresi, sayfalar arasında gezinme… Oluşturulan koleksiyonlara dair bir değerlendirme yapılıyor mu?
Keşke bu verileri de paylaşsa İstanbul Modern ve biz müzebilimciler de biraz mesleki bilgi edinebilsek.
Unutmadan, benim hazırladığım koleksiyon da burada.
Apart from three years in New York, Orhan Pamuk has spent all his life in the same streets and district of Istanbul, and he now lives in the building where he was raised. Pamuk has been writing novels for 40 years and never done any other job except writing.
İlk okuduğum zamandan beri düşünüyorum. Nasıl bir ayrıcalık! Bir de nasıl bir kararlılık? Aralıksız ve hatta sadece düzenli yazabilmek için, evet, öncelikle başınızın tepesinde bir çatı, sonrasında da karnınız tok ve sırtınız pek olmalı. Ancak sebat etmeyince olmuyor. Ya o yazılar tek oturuşta yazılıyor sanılıyor ya da tamamen ilhama bağlı sanılıp kutsallaştırılıyor yazı. Oysa tamamen disiplin işi. Bazen masanın başına ne yazacağını bilmeden oturmak ama yine de oturmak. Bir gün önce yazdıklarına bakıp “bu paragrafı bitirdiğime mi sevinmişim!” diye hayıflanmak ama o masadan yine de kalkmamak. O disiplini öğrenmek. Blog yazmaya o yüzden başlamıştım. “İyi yazmak için düzenli yazmalısınız” demişti Ali (Ergur) Hoca. Orhan Pamuk’un da her gün aynı saatlerde masasının başına, bazen ne yazacağını bilmeden, oturduğunu okudum sonra bir gün. Vardır bir bildikleri.
Sosyal medya ilk başta blogları bir canlandırdı. Facebook ve Twitter takipçilerinden trafik sağladı. Bloggerlara görünürlük kattı. Sonra ne oldu da rüzgâr döndü derseniz, Instagram bütün ekonomiyi ele geçirdi. Yazı uçup görsel kalınca şirketler pazarlama yatırımlarını Instagram postları ve hikâyelerine aktardı. Influencer mesleki bir ünvan oldu. Eğer kendi markaları yoksa, herhangi bir doğrudan satış yapmıyorlar ama birilerinin takipçilerine satış yapması için aracı oluyorlar. Pazar çok kalabalık ve ürün akışı çok hızlı. Dolayısıyla üretilen içeriklerin sayısı da. Blogların sonunu getiren de bu hız oldu. Bugün hâlâ yayına devam eden blog tarzı online yayın sitelerinin asıl hareket alanı yine sosyal medya. Bu alandaki hareket, gün başına yayınlanan blog yazısı ile paylaşılan sosyal medya postları arasındaki farktan görülebilir. Eğer sosyal medyayı sadece yayınlanan blog yazılarını duyurma amaçlı kullanıyorsanız, geçmiş olsun. Algoritmalar sizi listenin en sonuna attı bile. O zaman bu ortamda ben niye “back to blogging”? Kendim için.
Pamukçum kadar ayrıcalıklı olmasa da ben de hayatımı bugüne kadar hep yazı üzerinden kazandım. Yaptığım işlere göre yazının biçimi hep değişse ve ben bu sebeple zaman içinde farklı yazı tekniklerini öğrenmek ve geliştirmek zorunda kalsam da yazabildiğim işlerde çalışmak benim tercihimdi. Ancak kendim için çok uzun zamandır yazmadığımı fark ettim. Uzun zamandır bir yazıyla dertlenmemişim. Çünkü aslında o masanın başına oturtan o dert. O aklını kurcalayan ve birbirine bağlamaya çalıştığın düşüncüleri layıkıyla ifade edebilmek. Uzun zamandır başkalarının derdini üstleniyorum. “Şu konuda şu çerçevede şöyle bir mevzu var, ne diyeceğiz, nasıl yapacağız?” Oturuyorum masanın başına. Onlar gibi düşünmeye çalışıyorum. Ne derdi, nasıl derdi? Neyi doğrudan söyler, neyi mutlaka ima eder ama temkinli de davranırdı? Zaman nasıl da geçti… Oysa benim bambaşka dertlerim vardı. Unutturdular. O yüzden, back to blogging!
@ecartan, Kreuzberg/Berlin, 2022
Ne yazacağımı biliyorum ama adını tam koyamıyorum. Blogging’den uzak kaldım ama gündemim genişledi. Göç ve toplumsal cinsiyet hakkında daha çok düşünüyorum artık mesela. Ya da toplumsal ahlakçılığı ve LGBT düşmanlığını. En çok da müzelerin güncel politik tartışmalar karşısındaki tavırlarını, katkılarını, tepkilerini ve planlarını merak ediyorum. Müze çalışanları arasında ne kadar gündem oluyor mesela ırkçı saldırılar, feminist tartışmalar, LGBT topluluklarına yönelik baskılar? Gündem oluyor derken şundan bahsediyorum: Bir sergi üzerinde çalışırken sanatçısından sponsoruna kadar serginin iştirakçileri hakkında nasıl bir politik tavırla tercih yapılıyor? Apolitik olmak politik tavır mıdır?
Her şey bu kadar hızlı değişirken, hem Türkiye’de hem de dünyada daha bir tartışmanın ateşi soğumadan yeni bir gündem ortaya çıkıyorken, müzecilik hakkında sadece sergilerden, aydınlatmalardan ya da PR kampanyalarından konuşmak yeterli görünmüyor artık. Bugün, müze politikalarından konuşurken, öncelikli olarak, farklı toplumsal grupların müzeye eşit erişim haklarından, dekolonizasyondan, marjinalleştirilen grupların eşit temsiliyetinden, toplumsal cinsiyet eşitliğinden, iklim krizinden ve çalışanların adil ücretlerinden bahsetmek gerekiyor.
This website uses cookies to improve your experience. We'll assume you're ok with this, but you can opt-out if you wish. Cookie settingsACCEPT
Privacy & Cookies Policy
Privacy Overview
This website uses cookies to improve your experience while you navigate through the website. Out of these cookies, the cookies that are categorized as necessary are stored on your browser as they are as essential for the working of basic functionalities of the website. We also use third-party cookies that help us analyze and understand how you use this website. These cookies will be stored in your browser only with your consent. You also have the option to opt-out of these cookies. But opting out of some of these cookies may have an effect on your browsing experience.
Necessary cookies are absolutely essential for the website to function properly. This category only includes cookies that ensures basic functionalities and security features of the website. These cookies do not store any personal information.