The Huffington Post‘ta çıkan haberi gördünüz mü? MoMA, “Sergiler Tarihi Arşivi” kurmuş. Yani, müzelerin internet sitelerindeki “geçmiş sergiler” sekmesinin o alışılagelmiş durağan yapısını bozan bir proje: MoMA Exhibition History.Arşive herhangi bir sanatçının adını yazıyorsunuz, hangi sergilerde yer aldığı çıkıyor karşınıza. Telif hakkı tabii ki bir sıkıntı, onu da kendi koleksiyonlarında olmayan eserlerin doğrudan görsellerini vermek yerine, sergi salonundan fotoğraflar paylaşarak aşmış görünüyorlar.
Ben, örneğin, Andy Warhol yazdım ve sanatçının yer aldığı bütün sergiler listelendi.
Sergide yer alan bütün sanatçılar listelendi. Bir daha Andy Warhol ismine tıkladım ve sonraki sayfada sanatçının MoMA online koleksiyonunda yer alan bütün çalışmaları bir arada karşıma çıktı.
MoMA Arşivler Şefi Michelle Elligott ve Dijital İçerik ve Strateji Direktörü Fiona Romeo tarafından geliştirilen projenin en önemli özelliği, sanırım, yaşayan bir arşiv olarak kurgulanması. Yani, zamanla buraya daha fazla doküman eklenecek.
Bu sadece, MoMA geçmiş sergilerini online erişime açıyor, şeklinde yorumlanacak bir çalışma değil. Bu proje, başlı başına böylesine bir online arşiv, MoMA’nın sanat tarihindeki yerine dair bir dolu araştırma için de kaynak olabilecek. Başka bir ifadeyle, bu arşiv, MoMA merkezli bir dolu tarihi çalışmanın gerçekleştirilebilecek olması demek. Üstelik bunun için New York’a gelmeye de gerek yok. Bu açıdan, kurum arşivlerinin demokratik ve erişilebilir olması için de şahane bir örnek.
Böyle bir proje tabii ki MoMA’dan çıkacaktı. Dijital İçerik ve Strateji Direktörü diye bir pozisyon var müzede, ya ne olacaktı!
Bir de bu vesileyle şunu da paylaşmak gerekir, Türkiye’de de arşivler kamusal erişime açılıyor yavaş yavaş. Daha henüz kişisel bağış seviyesinde ilerlese de, bu hareketlenmenin kurumsal arşivleri yeniden düzenlemeye doğru iteceğine inanıyorum. Er ya da geç.
“East-Berlin” exhibition at Berlin City Museum (Stadtmuseum Berlin) welcomes you with a city-model which claims that “East Berlin is a city with many faces.” Then it starts the story of architecture, consumption culture, and other socio-economical and political topics within the question of borders.
As a modern socialist metropolis, East Berlin becomes increasingly cosmopolitan. However, the Berlin Wall, visible throughout the city, still creates a harsh separation between East and West. The border fortifications are constantly being expanded and perfected. In everyday life, East Berliners have to come to terms with the border that runs through their city. Their perception begins to change: For older people who knew Berlin before it was divided, the building of the Wall remains a brutal break in their lives. For many of those born later, the Wall is a ‘normal’ fact of life that they are forced to accept. However, there is growing opposition to the borders that the Party and the State create in people’s lives. As hopes for more freedom of movement fail to be fulfilled, the Wall looms larger in the city’s counciousness.
Exhibition Text
In addition to its rich textual materials, the exhibition hosts various medium in a broad spectrum from maps to original documents, ephemeral to replicas, and audio recordings to videos.
A tram ride from the outskirts to the centre of the capital offers a first impression of everyday life in East Berlin. (…) While the overall picture is at first strikingly grey, a closer look reveals a wide range of urban landscapes and astonishing social diversity.
Exhibition Text
Friedrichstadt Palast and the consumption culture in East Berlin Pop-Culture in 1980s
Naturally, my fav part in the exhibition includes participatory curatorship practices: My East Berlin. In this section, the inhabitants joined the exhibition in figures and through the displayed objects and notes on the figures, they tell their own stories concerning the memory of East-Berlin. The project is open to participation via e-mail.
“My Berlin”
The reunification of Berlin, and with it the changing way of life in East Berlin, is a separate story that deserves its own exhibition.
Documentarist 16. İstanbul Belgesel Günleri bu yıl gösterim alanlarını genişleterek CKM’yi (Caddebostan Kültür Merkezi’ni) de programa dahil etmiş. Şansıma, festivalde izlemek isteyeceğim filmler mahalleme geldi. Bu yıl, festival gönüllü ekibine katılıp CKM’de yapılan soru-cevap bölümlerinde moderasyon görevini üstlendiğim için filmlerle ilgili yönetmenlerle doğrudan sohbet etme fırsatım da oldu.
Belgesel filmlere yaklaşımım sosyolojik araştırma okuma hevesimden pek de farklılaşmıyor aslında. Sonuçta, ikisinde de bir dertlenme ve hikâye anlatılıcılığı var. Üniversitede İstanbul Film Festivali’nin (eğer adını yanlış hatırlamıyorsam) Hangi İnsan Hakları? bölümünü takip ettiğimi gören bir arkadaşım alay etmişti: “İnsanlar yabancı filmleri izlemeye gidiyorlar, biliyorsun, değil mi?” İyi de, o filmlerin çoğu ödül alıyordu, sonra da vizyona giriyordu. Oysa o dönem henüz dijital platformlar da olmadığı için çok az gösterim fırsatı yakalayan belgeselleri izlemek benim için daha öncelikliydi. Özellikle de bu konuda yerelci bir tavrım olurdu: Kim bu memlekette neyle dertleniyor ve onu nasıl anlatıyor? Festivallerde peşine düştüğüm asıl soru hep buydu benim. Bu yıl, Documentarist’te yine yerel yapımları izleyerek bu tavrımdan ödün vermediğimi baştan söylemek isterim.
İzlediğim filmleri bu postta kişisel beğenime göre sıraladım ama yıldızlı puan verme gereği duymadım. Sıralamanın gerekçeleri kısa yorumlarımda gizli.
Filmin başında öğrendiğimize göre Mihri’ye dair en yaygın argüman, New York’ta yokluk içinde öldüğü. Üstü kapalı, “başarılı olamamış” bir kadın ressam argümanı. Oysa, özellikle araştırmacı Özlem Gülin Dağoğlu’nun aktardıklarından Mihri’nin gittiği her ülkenin elit sınıfıyla bir bağ kurmayı başardığını öğreniyoruz.
Film, animasyonlar, canlandırmalar ve Mihri’nin yeğeni ressam Hale Asaf’a yazdığı mektup gibi farklı kaynaklarla seyirciye yeni bir sanat tarihi okuması sunuyor. Ancak bu okuma da salt bir gerçeklik sunma iddiasından öte “Kim Mihri” sorusuna yeni sorular ekliyor. Bu açıdan da film, Mihri’nin hayatının belgeselini değil; Mihri üzerine bir belgesel yapmanın hikâyesini anlatıyor daha çok. Belki de bu durum, yönetmen Berna Gençalp’in, soru-cevap bölümünde, filmin Mihri hakkında bulunan her yeni bilgiyle geliştiğini belirtmesiyle de doğrudan orantılıdır. Hatta belki filmin yer yer bende (beklemediğim bir şekilde) sanat tarihi dersine katılmışım hissi uyandırması da bu sebepledir.
Son olarak, “Kim Mihri” belgesel projesinin Türkiye sanat dünyasına en büyük etkisinin 2019 yılında SALT Galata’da açılan “Mihri: Modern Zamanların Göçebe Ressamı” başlıklı sergi olduğunu düşünüyorum. Film hem sergi hazırlıklarını da belgelemesi hem de sergi turuyla final yapması sebebiyle de unut(tur)ulan bir kadın ressamın hayat hikâyesi yerine bir hafıza projesinin dokümentasyonu olarak iz bırakıyor zihnimde. Ki bu da hafıza ve tarih yazımı arasında feminist pedagojiyi yeniden düşünmemiz için değerli bir örnek sunuyor.
Boşlukta
Kentsel dönüşüm projelerine dair yoğunluklu olarak şehrin hafızasını yerle bir olması ve soylulaştırma tartışılırken yönetmen Somnur Vardar, kamerayı, sektörün belki de en az konuşulanlarına, inşaat işçilerine çeviriyor. Filmde, dedeleri ve babaları gibi inşaatlarda duvarcılık yapan “Mardinli atanamamış öğretmen Ferhat ve kuzeni Emrah” hikâyenin odağında dursalar da asıl olarak inşaat işçilerinin çalışma ve barınma gibi temel hayat koşulları yakın plandan belgeleniyor.
Ödenmeyen ücretlerin, yorgunluktan haftalarca haberleşilemeyen ailelerin ve hayallerin konuşulduğu sohbetleri inşaatlar ve işçi barakaları arasında dolaşarak izleyiciye aktaran film, Türkiye’nin toplumsal yapılaşmasını da doğrudan gösteriyor: Soru-cevap bölümünde yönetmenin aktardığına göre Ferhat, yıllardır inşaatlarda çalışırken Kürt olmayan kimseyle karşılaşmamış.
Filmin toplumsal cinsiyet açısından en vurucu noktalarından biri de inşaat işçileri sendikasında yer alanlar dışında hiçbir sahnede kadın olmaması. Bu bağlamda, film, inşaat sektöründe kadınların beyaz yakalı işlerde çalıştıklarını ve sahanın erkek egemenliğini açıkça dile getirmeden aktarıyor.
Öte yandan, filmde tartışmalarını sıklıkla duyduğumuz ve Ferhat’ın da hayali olan Cezayir’e gidip çalışmak, inşaat sektörünün en bilinmeyen noktalarından biri olabilir. Bu tartışmalar hem Batı’ya doğru göçün inşaat işçileri için tersine hareketini hem de Cezayir’deki ücretlerin Türkiye’de bir iş kurmak için sermayeye dönüştürülmesi arzusuyla işçilerin inşaat sektöründen kurtuluş planını gösteriyor.
Böylelikle, Boşlukta, kentsel dönüşüm projelerinin en temel yapı taşı inşaat işçilerine odaklanarak kentsel planlamanın görünmeyen ya da başka bir ifadeyle görmezden gelinen işçilerin çalışma ve yaşam koşullarının değerli bir belgelemesini sunuyor.
Kavur
Filmin tanıtım metninde, “Genç bir kadın, yönetmen Ömer Kavur’un filmlerindekine benzer bir yolculuğa çıkarsa tüm sıkıntılarının çözüleceğine inanır” cümlesini okuduğumda biraz şüpheyle yaklaştığım Kavur, yalnızlıkla ya da daha doğru ifadesiyle aidiyetsizlikle dertlenenlere sesleniyor. Filmde, yönetmen Fırat Özeler’in Ömer Kavur’un filmlerinden, röportajlarından ve hakkındaki yazılardan yola çıkarak hazırladığı metnin ana hattında ve çok az yer verilen röportajlarla, salt film yapma arzusunun beraberinde getirdiği bir yaşam irdeleniyor.
Bende “bir köşeye çekilip altını çize çize ve üstüne düşüne düşüne yeniden okuma” arzusu uyandıran metne yön veren görsel dil ve kurgu da aidiyet(sizlik) arayışını ve bu uğurda yapılan yolculuğu tüm olağanlıyla aktarıyordu. Heyecan, endişe, korku, yılgınlık, belki de boşvermişlik… Filmi izlerken arşiv ya da buluntu görsel olduğunu düşündüğüm mekânların, belgesel için özel olarak araştırılıp bulunduğunu ve filmde kullanılan görsellerin %80’inin de orijinal görüntü olduğunu soru-cevap bölümünde öğreniyoruz.
Filmin başka gösterimlerinde metni seslendirenlerin seçimine dair sert eleştirilerin geldiğini sonradan öğrendiğim Kavur, bence, varoluşla dertlenen az ama belki de öz bir kitleye sesleniyor. Çünkü film bir Ömer Kavur belgeseli sunmak yerine, Ömer Kavur’un hislerinin tahayyülü üzerinden bir hikâye anlatıyor.
Ulysses Çevirmek
“Ayaklı bir Kürtçe sözlük” olarak betimlenen Kawa Nemir’i merkezine alan filmde, Kürtçe’nin Türkiye’de verdiği varolma mücadelesi anlatılırken aslında bir sömürgecilik tarihi de izliyoruz. Bunun en temel göstergesi, Kawa Nemir’in İstanbul, Mardin ve Diyarbakır’da maruz kaldığı kurumsal ve toplumsal baskıların ardından yıllardır üzerinde çalıştığı James Joyce’un Ulysses kitabının Kürtçe çevirisini tamamlamayabilmek için Amsterdam’a iltica etmesi olabilir.
Yönetmenler Aylin Kuryel ve Fırat Yücel’in Kawa Nemir’i Amsterdam’da sık sık ziyaret ettiklerinde yaptıkları sohbetler ile arşiv görüntülerinin birleşiminden oluşan bir anlatı sunan film, soru-cevap bölümünde izleyiciler tarafından da dile getirildiği üzere zaman zaman odak kaybı hissi yaratıyor. Özellikle, Kawa Nemir’in Amsterdam’da mülteci olarak ev bulma sorunuyla yüzleştiği anlatıların net olmaması ya da yönetmenlerin Kawa Nemir olmadan Ulysses buluşmalarına katılmaları filmdeki anlatıyı bana yeniden düşündürttü. Ancak film, her haliyle, bir direniş hareketinin hafızasına değerli bir katkı sunuyor.
Düet
“Senkronize yüzme sporu sayesinde tanışmış iki yakın arkadaş ve düet partneri” Mısra ve Defne’nin 2020 Olimpiyatları’na hazırlanma sürecini mercek altına film, Türkiye’de spora yapılan yatırım ve kadın sporcu olma hallerinin farklı perspektiflerini tartışmaya açıyor. Mısra ve Defne’nin antremanlar ve yarışlarda kendilerinin çektikleri ve arşiv görüntülerinin birleşiminde yapılan kurguyla sadece iki genç kadının sporcunun hayatını ve sportif mücadelelerini değil, Türkiye’de spor dünyasının toplumsal cinsiyet ayrımcılığını da belgeliyor.
Yönetmenler İdil Akkuş ve Ekin İlkbağ, soru-cevap bölümünde, filmdeki dilin baştan düşünülmediğini; Mısra ve Defne’nin yüzme sporu ve kadınlık haliyle zaman içinde yaşadıkları değişim ve dönüşümün böyle bir anlatıyı ortaya çıkardığını belirtti. Bunun bir kurmaca değil organik olduğu da zaten filmin içinde anlaşılıyor. Film, böylelikle, kurduğu görsel dilin sadeliği içinde güçlü bir anlatıyla Türkiye’de kadın hareketini vurucu bir şekilde belgeliyor.
***
İstanbul Belgesel Günlerini tüm zorluklarına rağmen yıllardır devam ettirdikleri için tüm Documentarist programlama ve gönüllü ekibine mille mercis!
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı açıklandığında, AKP’nin ilk dönemlerinde yapılan ateşli tartışmalardan biri düştü aklıma istemsizce:Mahalle baskısı. Ruşen Çakır, 2007’de, Religion, Society and Modernity in Turkey adlı kitabı üzerine sosyolog Şerif Mardin’le bir röportaj yapmıştı. Şerif Mardin, AKP politikalarını değerlendirdiği bu röportajda, mahalle baskısı kavramından ilk kez bahsettiğinde ortalık ayağa kalkmıştı.
Bu sosyolojik kavram, yaygın olarak, laikliğin önünde bir tehdit olarak algılanmış ve buradaki tartışmalarda “yetmez ama evetçiler” olarak adlandırılan politika eleştirilerin hedefi olmuştu. Çok az bir kesimse kavramın geliştirilmesi gerektiğini ve bu haliyle doğru anlaşılmadığını savunuyordu. (Tahminlerim olmasına rağmen) kimle konuşuyorduk tam hatırlamıyorum, sosyoloji hocalarımdan biri, Şerif Mardin’in mahalle baskısı kavramıyla ‘AKP’nin ileride yaşayabileceği toplumsal baskıyı’ işaret etmeye çalıştığını anlatmıştı o dönem.
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını duyduğumda, “o zaman, bu zamanmış” diye düşündüm.
Tartışmalar neydi diye geriye dönüp okumak istediğimde Ruşen Çakır’ın hazırladığı kitaplakarşılaştım. Röportajın orijinali ve o dönemin köşe yazılarının derlemesinden oluşan kitabı 2021 baharında okurken Walter Benjamin’i andım: Angelus Novus – gelecekten gelen ve bugünü anlamak için geçmişi kavramsallaştırmaya çalışan “tarih meleği.”
Paul Klee | Angelus Novus
“Klee’nin ‘Angelus Novus’ adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üstüste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket.”
Şerif Mardin’in röportajını 20 yıllık AKP politikalarının yaşanmışlığıyla okuduğumda, o enkazın altında, önemli bir sosyolojik uyarıyı toplumsal olarak nasıl ıskaladığımızı gördüm.
Benim yorumladığım kadarıyla, Şerif Mardin, “iyi güzel siz İslami hayatı kentte böyle modern yaşıyorsunuz da bu işin bir de Anadolu tarafı var; onları bu sürece nasıl dahil edeceksiniz ya da eğer edemezseniz de Anadolu’nun bu mahalle baskısıyla nasıl baş edeceksiniz?” demiş. Bu kendi dilimde ifade ediş, akabinde, bana şu soruları düşündürttü: Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı ile küresel yükselen anti-gender (toplumsal cinsiyet karşıtlığı) hareketleri birbirlerinden nasıl etkileniyor? 2011’den 2021’e hem ulusal hem de ulusötesi AKP politikaları nasıl değişti? Özetle, son 10 yılda tam olarak ne oldu da Türkiye sözleşmeyi ilk imzalayandan sözleşmeden ilk çekilen ülke konumuna döndü? Mercator-IPC araştırma projemde bu soruların peşine düştüm aslında. Ancak bu yazıyı o araştırma projem için yazmıyorum. Burada mevzu, Kızıl Goncalar – televizyon dizisi.
Köşeleri sivriltilerek tek tipleştirilmiş laik ve muhafazakâr karakterleriyle Kızılcık Şerbeti’nin yarattığı gündem (reyting diyelim) ortadayken, aynı yapımcı yeni bir dizi sürdü piyasaya – bu sefer de biraz Kemalistleri ve tarikatları karikatürize etmez miydik? Bilemedik. RTÜK, gelen şikayetler üzerine, (şimdilik) 2 haftalık yayın durdurma cezası verdi. Ben yine Şerif Mardin’i, Türkiye’yi İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına götüren süreçte tarikatların etkinliğini ve 2023 genel seçimlerinde sıkça gündeme gelen devletin tarikatlaşmasını hatırladım. Kızıl Goncalar dizisine ve yarattığı toplumsal tepkiye baktığımda gördüğümü yazmak yerine, bu sefer, iki video bırakıyorum ilgilisine.
İzlerken, Marx’ı, Das Kapital’i ve şu sözünü birlikte düşünmeli insan: “Din, toplumların afyonudur.”
Gazeteci İsmail Arı’nın yolu, Kızılay üzerine araştırma yürütürken, Menzil tarikatıyla kesişmiş. İncelediği belgelerde, Kızılay’ın satın aldığı ürünlerin Menzil tarikatına ait şirketler olduğunu gördüğünde, önce, tarikatın sağlık sektöründeki yapılanmasının izini sürmüş. 2012’de hükümet yetkililerinin katılımıyla gerçekleştirilen EMSEY HOSPITAL açılışının ikonik bir görsel olduğunu belirten Arı, özellikle Menzil tarikatında üst düzey bir yöneticinin tanıklığıyla, bu toplumsal (siyasi) ilişkilerin peşine düşmüş. Menzil’in Kasası isimli kitabının tanıtımı için verdiği bu röportaj, bir anlamda, Kızıl Goncalar dizisinde portresi çizilen tarikat yapısının günümüz koşullarındaki arka planını sunuyor.
“Adına hizmet diyorlar. (…) Ne yapacaksın? Ücretsiz orada [Menzil köyünde] faaliyette bulunacaksın. Belki on gün yolları süpüreceksin. Belki bir hafta mutfakta temizlik yapacaksın. İnşaat işi varsa inşaatta çalışacaksın. Hatta cemaat mensupları, yıllık iznini kullanıp oraya bu hizmet adı altında gidenler var. Yılda [bir insanın] izni 21 gün; o 21 günü orada hizmet adı altında çalışmak için harcıyor ve sonra geri dönüyor. Hatta deniyor ki polisler, askerler dahi yıllık izinlerini bir kısmını hizmet adı altında orada geçiriyorlar. [Kaynağımıza göre] cemaati yöneten şeyhlerin korumalarının da bu şekilde oluştuğu. En başta söyledim, uzman çavuş, astsubay arasında çok örgütlüler diye. Örneğin, İstanbul’daki bir polis memuru 15 gün izne ayrılıyor ve oraya gittiğinde hizmeti de Menzil’in şeyhlerine korumalık yapmak. 15 gün onun izni bitiyor döneceği zaman bir Jandarma uzman çavuş gidiyor. Belinde zaten taşıyabildiği, mesleğinin gereği silahı var, yıllık izninde şeyhin korumalığını yapıyor ve bu döngü sürekli devam ediyor.”
İsmAİL ARI
2: Mustafa Öztürk, Kızıl Goncalar Kimden Yana?
İlahiyatçı akademisyen Mustafa Öztürk, doğrudan tekke ve tarikatların tarihi dönüşümü üzerine bilgiler sunarken, Kızıl Goncalar dizisinin, aslında, dile getirdiği konular çerçevesinde (gizli) siyasi bir mesaj (amaç) içerdiğini iddia ediyor. O da şu: Bu ülkede kutuplaşma son bulacaksa, bu, ancak muhafazakârların şefkati, hoşgörüsü ve merhametiyle olacak. Başka bir ifadeyle, Öztürk, dizinin eleştiri perdesi arkasında belli bir yaşam biçiminin propagandasını yaptığını savunuyor. Bu tersten teorisininnin doğrulandığını ya da yanlışlandığını göreceğiz.
“Dizinin bir derinliği var, o diziyi kurgulayan zihniyetin de bir derinliği var… Zeynep, Meryem, mazlumlar… Hele hele bir de Birgül Hanım var ki… Diğer taraf mutant yani… Ve onlar öyle güzel yürekliler ki taş kesilmiş kalpleri bile yumuşatıyorlar… Gene puan kimin hanesine yazılıyor hocam? Gene muhafazakârlara… Eğer bu dizi şak diye kesilirse benim bütün teorilerim çöker.”
On Oct. 20, I attended the Live Tweeting for Academic Conferences workshop hosted by CUNY Graduate Social Media Fellows in anthropology, earth and environmental science, English, music, philosophy, and urban education. One might say that “Tweeting? We all know how to do that”. Yet, personal tweeting is different than tweeting for a particular event. Simply, the latter requires a basic planning, in parallel to the conference.
Live tweeting is a documentation of an event by Twitter users, and it includes sharing quotations, images, and external links. Tweets from different users are usually interlinked to each other by an event based hashtag. Today, live tweeting is quite essential, since it provides a wider audience to the conference. Especially for those who can not attend, it presents an opportunity for contribution; they can comment, ask questions, or just retweet the content. At this point, it is possible to consider live tweeting as a creation of a communication platform for those who are interested in the same topic, either they are in or out of the event venue. As Social Media Fellows highlighted, live tweeting should be planned as a particular session of the conference, and according to them its organization is divided in three periods; before, during, after.
The first step in the “before the event” phase is creating a hashtag, and its promotion. It could be an abbreviation of the event name, or refer directly to the conference theme. It’s important to check the availability of the hashtag on Twitter, in order to eliminate confusion with other causes. It is also useful to check the hashtags of the previous events. For instance, if it is an annual event, it’s helpful to mark the year. Moreover, conference hashtag should be mentioned on print materials such as posters, booklets, flyers, etc. It is also an effective way to remind official hashtag during welcoming talk, and also by panel moderators.
The following step is setting up a tweeting team, and CUNY Social Media Fellows suggest four basic roles: Preparatory Researcher (compiles pre-drafted tweets beforehand, and makes an archive of Twitter handles and hashtags they can use throughout the conference), Master Tweeter (the person designated to write/craft tweets), Designated Retweeter (retweeting using the hashtag), Post-Conference Curator (curating/showcasing highlights after the event). Having multiple tweeters help to avoid overwhelmness of live tweeting, because it is very exhausting to try quote and/or rephrase speakers’ statements in 140 characters, including hashtag. Another very important issue to always remember is the knowledge of tweeters about the conference theme. Being familiar to topic would provide a certain filter to select what to tweet. At this point, it is important also to consider the risk of tweeting too much, which might cause unfollows.
The third job in before the event organization is making a preliminary research on speakers, their institutions and previous works, and their relevant tweets, handles, external links. It is called master document,and it is very helpful to find quickly needed information. It is also a practical way to schedule some tweets of particular announcement; such as, the 2nd panel will be starting after lunch. But it is important to be on alert in case of any changes in the event program.
The final step is about technological infrastructure; controlling wifi connection, power connections, computers and mobile devices, taking some photos before the conference in order to share during live tweeting, etc. Fellows highly recommend laptops, which facilitates writing quickly.
After setting everything up, it’s time for live tweeting, and there are issues that tweeters should pay attention during the event. First of all, tweeters should be always on alert during the talks, and use their own judgment to take out important parts and tweet. The fellows suggests writing speech on a notepad simultaneously, and paraphrase the content in 140 characters. Furthermore, attribution is also quite important during live tweeting in order to connect tweets through handles and hashtags with other Twitter users. Another tip from the fellows is using images as much as possible. In my opinion, it would be also helpful to set an image library, including images of speakers, books of speakers, flyers, conference team, event venue, etc. During live tweeting session, usually follower number increases, and it is essential to follow them back . But controlling the accounts is a must. It could be a Twitter robot, or an irrelevant person to your event. On the other hand, it is also very effective to promote your hashtag during live tweets via retweets. The fellows suggest planning also some re-tweeters among scholars, conference team, and speakers. Before the event you can ask for their support by retweeting, and inform them about your tweets. The retweeters are mostly the people who also tweet often during an event.
The final phase of live tweeting is after the event. Curating all the tweets, and writing history of the event with tweets. My interpretation is that it is possible to call it a conference report on Twitter. For instance,Storify is a digital tool that you can create, and present this curation.
Workshop provided a certain look at Twitter vocabulary, some abbreviations that accelerate the communication among tweeters by connecting them via hashtags. If you are new on Twitter you can use Twittionary to get tweeting language.
Above all, the fellows gave some advices on certain applications which helps to moderate the account easily and quickly; such as Hootsuite, and Tweetdeck. In both of them you can follow multiple accounts in particular feeds; newsfeed, mention, direct messages, etc. Furthermore, these applications allow you to control your other social media accounts; such as Facebook and Instagram.
Live Tweeting workshop was very fruitful for me; it provided me a framework on developing a social media session for a conference by focusing on key concepts of tweeting, which is beyond creating interesting content, more about organizational issues to increase the impact of hashtag. Because there are millions of hashtags everyday, and if you do not outreach sufficiently, there is always a risk of not being noticed.
New York’ta bulunan the Museum of the Moving Image, Matthew Weiner’s Mad Men başlıklı sergiyle, efsaneleşen televizyon dizisinin arkasındaki yaratıcı sürece mercek tutuyor.
The Museum of the Moving Image in New York concentrates on the creative process behind the cult tv show with their exhibition entitled as Matthew Weiner’s Mad Men.
Don Draper’ın ofisi ve Draperların mutfağı gibi dizinin büyük ölçekte sergilenen setleriyle birlikte kostümler, videolar, reklamlar ve dizinin yaratıcısı Matthew Weiner’ın kişisel notlarıyla zenginleştirilen sergi, dizinin anlattığı döneme, o dönemin içinde yaşayan karakterlere derin bir bakış içeriyor.
Displaying large-scale sets including Don Draper’s office and the kitchen from the Draper’s home, costumes, videos, advertisments, and personal notes from series creator Matthew Weiner, the exhibition presents a deep look into the era that tv show is narrating, and the characters who lived in that period.
Müze aynı zamanda diziye ilham sağlayan ve Weiner tarafından seçilen bir film programı gösterimi de yapıyor.
The Museum presents also a film series featuring movies that inspired the show, and selected by Weiner.
Popüler kültür de bir kültürel miras ne de olsa, öyle değil mi?
After all, popular culture is also a part of cultural heritage, isn’t it?
Geçtiğimiz Ocak ayında Münih’te yapılan Digital Life Design (DLD) Konferansı katılımcıları Bavarian National Museum’da augmented reality (arttırılmış gerçeklik) teknolojisi ile geliştirilmiş interaktif rehberli tur projesini deneyimlediler. Augmented Reality, tarihi eserler ile gündelik hayatımızın sıradan bir parçası haline gelen djital hayatlarımız (sanal yaşam) arasında bir bağ kuruyor. Eserlerin yanında sıra sıra dizili etiketleri okumaya çalışmaktan ve sergi salonları boyunca kulağımıza fısıldayan sesli rehberlerden daha heyecanlı olduğu kesin. Bu teknolojiyle tanışmak, müzelerde nasıl kullanılabileceğini incelemek için aşağıdaki videoyu izleyebilirsiniz.
The participants of the Digital Life Design (DLD) Conference, organized in January 2014 in München, had chance to experience the interactive guided tour project developed with augmented reality technologies in the Bavarian National Museum. Through Augmented Reality technologies, it is possible to connect the inevitable digital life of our everyday life with historical art pieces. The video below introduces us this technology and presents how it can be useful in museums.
Proje hakkında daha fazla bilgi almak ve DLD Konferansı’nın Müzelerden Playstation’a başlıklı oturumunu izlemek için the Augmented Blog‘a göz atmanızı öneririm. Müzelerde dijital projeler üzerine verimli konuşmalar içeriyor.
For further information about the project, you can take a look to the Augmented Blog. There you can also find the video titled as “From Museums to Playsations” from DLD Conference. It provides useful information about digital museum projects. It is recommended.
This website uses cookies to improve your experience. We'll assume you're ok with this, but you can opt-out if you wish. Cookie settingsACCEPT
Privacy & Cookies Policy
Privacy Overview
This website uses cookies to improve your experience while you navigate through the website. Out of these cookies, the cookies that are categorized as necessary are stored on your browser as they are as essential for the working of basic functionalities of the website. We also use third-party cookies that help us analyze and understand how you use this website. These cookies will be stored in your browser only with your consent. You also have the option to opt-out of these cookies. But opting out of some of these cookies may have an effect on your browsing experience.
Necessary cookies are absolutely essential for the website to function properly. This category only includes cookies that ensures basic functionalities and security features of the website. These cookies do not store any personal information.