İnternette binlerce sanat eseri varken neden sadece müze ve galerilerdekilerle sınırlı kalalım? // Why should we limit ourself with museums and galleries, while there are thousands of artworks on the Internet?
İnternette binlerce sanat eseri varken neden sadece müze ve galerilerdekilerle sınırlı kalalım?
Why should we limit ourself with museums and galleries, while there are thousands of artworks on the Internet?
New York merkezli Electric Objects bu bakış açısıyla koleksiyonerlere yeni bir araç sunuyor; E01. Eseri öne çıkartacak şekilde minimalist bir tasarıma sahip olan bu bilgisayar teknolojisi sayesinde, bilgisayarınızda, tabletinizde ya da cep telefonunuzda bir araya getirdğiniz dijital görselleri evinizde özgürce sergileyebilirsiniz.
In this point of view, New York based Electric Objects presents a new tool for collectors; EO1. This computer technology, emphasizing the artwork through a minimalist design, allows you to display freely the digital images collected on your computer, tablet and mobile phones.
“Why can’t we enjoy digital art in the same way we enjoy paintings or photographs? Can we have a different sort of relationship to computers and to media objects that are contained within them?” – Jake Levine, Electric Object
Apart from three years in New York, Orhan Pamuk has spent all his life in the same streets and district of Istanbul, and he now lives in the building where he was raised. Pamuk has been writing novels for 40 years and never done any other job except writing.
İlk okuduğum zamandan beri düşünüyorum. Nasıl bir ayrıcalık! Bir de nasıl bir kararlılık? Aralıksız ve hatta sadece düzenli yazabilmek için, evet, öncelikle başınızın tepesinde bir çatı, sonrasında da karnınız tok ve sırtınız pek olmalı. Ancak sebat etmeyince olmuyor. Ya o yazılar tek oturuşta yazılıyor sanılıyor ya da tamamen ilhama bağlı sanılıp kutsallaştırılıyor yazı. Oysa tamamen disiplin işi. Bazen masanın başına ne yazacağını bilmeden oturmak ama yine de oturmak. Bir gün önce yazdıklarına bakıp “bu paragrafı bitirdiğime mi sevinmişim!” diye hayıflanmak ama o masadan yine de kalkmamak. O disiplini öğrenmek. Blog yazmaya o yüzden başlamıştım. “İyi yazmak için düzenli yazmalısınız” demişti Ali (Ergur) Hoca. Orhan Pamuk’un da her gün aynı saatlerde masasının başına, bazen ne yazacağını bilmeden, oturduğunu okudum sonra bir gün. Vardır bir bildikleri.
Sosyal medya ilk başta blogları bir canlandırdı. Facebook ve Twitter takipçilerinden trafik sağladı. Bloggerlara görünürlük kattı. Sonra ne oldu da rüzgâr döndü derseniz, Instagram bütün ekonomiyi ele geçirdi. Yazı uçup görsel kalınca şirketler pazarlama yatırımlarını Instagram postları ve hikâyelerine aktardı. Influencer mesleki bir ünvan oldu. Eğer kendi markaları yoksa, herhangi bir doğrudan satış yapmıyorlar ama birilerinin takipçilerine satış yapması için aracı oluyorlar. Pazar çok kalabalık ve ürün akışı çok hızlı. Dolayısıyla üretilen içeriklerin sayısı da. Blogların sonunu getiren de bu hız oldu. Bugün hâlâ yayına devam eden blog tarzı online yayın sitelerinin asıl hareket alanı yine sosyal medya. Bu alandaki hareket, gün başına yayınlanan blog yazısı ile paylaşılan sosyal medya postları arasındaki farktan görülebilir. Eğer sosyal medyayı sadece yayınlanan blog yazılarını duyurma amaçlı kullanıyorsanız, geçmiş olsun. Algoritmalar sizi listenin en sonuna attı bile. O zaman bu ortamda ben niye “back to blogging”? Kendim için.
Pamukçum kadar ayrıcalıklı olmasa da ben de hayatımı bugüne kadar hep yazı üzerinden kazandım. Yaptığım işlere göre yazının biçimi hep değişse ve ben bu sebeple zaman içinde farklı yazı tekniklerini öğrenmek ve geliştirmek zorunda kalsam da yazabildiğim işlerde çalışmak benim tercihimdi. Ancak kendim için çok uzun zamandır yazmadığımı fark ettim. Uzun zamandır bir yazıyla dertlenmemişim. Çünkü aslında o masanın başına oturtan o dert. O aklını kurcalayan ve birbirine bağlamaya çalıştığın düşüncüleri layıkıyla ifade edebilmek. Uzun zamandır başkalarının derdini üstleniyorum. “Şu konuda şu çerçevede şöyle bir mevzu var, ne diyeceğiz, nasıl yapacağız?” Oturuyorum masanın başına. Onlar gibi düşünmeye çalışıyorum. Ne derdi, nasıl derdi? Neyi doğrudan söyler, neyi mutlaka ima eder ama temkinli de davranırdı? Zaman nasıl da geçti… Oysa benim bambaşka dertlerim vardı. Unutturdular. O yüzden, back to blogging!
@ecartan, Kreuzberg/Berlin, 2022
Ne yazacağımı biliyorum ama adını tam koyamıyorum. Blogging’den uzak kaldım ama gündemim genişledi. Göç ve toplumsal cinsiyet hakkında daha çok düşünüyorum artık mesela. Ya da toplumsal ahlakçılığı ve LGBT düşmanlığını. En çok da müzelerin güncel politik tartışmalar karşısındaki tavırlarını, katkılarını, tepkilerini ve planlarını merak ediyorum. Müze çalışanları arasında ne kadar gündem oluyor mesela ırkçı saldırılar, feminist tartışmalar, LGBT topluluklarına yönelik baskılar? Gündem oluyor derken şundan bahsediyorum: Bir sergi üzerinde çalışırken sanatçısından sponsoruna kadar serginin iştirakçileri hakkında nasıl bir politik tavırla tercih yapılıyor? Apolitik olmak politik tavır mıdır?
Her şey bu kadar hızlı değişirken, hem Türkiye’de hem de dünyada daha bir tartışmanın ateşi soğumadan yeni bir gündem ortaya çıkıyorken, müzecilik hakkında sadece sergilerden, aydınlatmalardan ya da PR kampanyalarından konuşmak yeterli görünmüyor artık. Bugün, müze politikalarından konuşurken, öncelikli olarak, farklı toplumsal grupların müzeye eşit erişim haklarından, dekolonizasyondan, marjinalleştirilen grupların eşit temsiliyetinden, toplumsal cinsiyet eşitliğinden, iklim krizinden ve çalışanların adil ücretlerinden bahsetmek gerekiyor.
Serginin karşılama panosu, kentin ses(ler)inin, tek başına, bir kültür ve yaşam alanı olduğunu anlatıyor.
Kent bir taraftan yapısal olarak dönüşümler geçirirken buna paralel ses alanı da (soundscape) yıldan yıla değişiklik gösteriyor. Bu değişimi yakalamanın imkansızlığı bir yana, ses görsel dünyanın aksine daha henüz yeni gelişmekte olan bir akademik araştırma alanı.
Sergide 4 yerleştirme bulunuyor. Mimar, ses tasarımcısı, araştırmacı ve yazar gibi farklı uzmanlık alanlarından gelen bireylerin yer aldığı bir ekip çalışması. Çalışmalarda sesi hikayeleştirmek ve haritalandırmak hedeflenmiş.
Benim en sevdiğim iş sergi mekânının sonunda; İstanbul’un Sesleri. Pınar Çevikayak Yelmi tarafından projelendirilen ve interaktif haritasını Hüseyin Kuşçu’nun geliştirdiği bu çalışma aslında katılımcı bir proje ve soundscapeofistanbul.ku.edu.tradresinden erişim mümkün. Koç Üniversitesi’nde yürütülen bir doktora araştırmasının parçası olan bu çalışma, “günlük alışkanlıkların kentsel doku ile ilişkisini işitsel bir perspektif yoluyla kurarak, kültürel sesler konusundaki farkındalığı ve toplum bilincini artırmayı amaçlıyor.” (Sergi panosundan alıntı.)
Pek farkında olmasak da günlük hayatımızın ve kültürümüzün ayrılmaz parçaları olan sesler, somut olmayan kültürel miras açısından ise eşsiz bir öneme sahiptir. Kayıt altına alınmayan veya arşivlenmeyen sesler, ne yazık ki yok olup giderler. Yerleştirme özellikle İstanbul gibi dinamik bir şehrin yaşayışı, dolayısıyla da sesleri hızla değiştiği için şehrşn ses sembollerinin korunmasının, kültürel hafızanın ve kültürel kimliğin sürdürülebilirliği açısından önemşni ve gerekliliğini vurguluyor.
Sesler temalarına ve konumlarına göre gruplandırılmış. Dilerseniz interaktif harita üzerinde ilerleyerek İstanbul’un bir bölgesini seçiyorsunuz ve o bölgeye ait arşive eklenen sesleri görebiliyorsunuz ya da temaların altında din, eğlence ve boş zaman, yemek-içmek, festivaller ve etkinlikler, zanaat, sokaktaki meslekler, doğa ve ulaşım gibi başlıklardan birini seçiyorsunuz. Haritada o sesin nerede kaydedildiği yine görünüyor. Kendi mahallemi seçtim ben, Erenköy, etkinlik sesini tıkladım ve içerisi bir anda 10. Yıl marşıyla doldu. 19 Mayıs kutlamalarının kaydıymış meğer. En son kullanıcı neyi seçerse o ses sonsuz tekrarda kaldığı için mekândan çıkmadan durumu kontrol altına almakta fayda var. (Neyi açık bıraktığımı tabii ki söylemeyeceğim.)
soundsslike.com üzerinde çok hızlı ve kolay bir şekilde hesap açarak kentliler de kendi ses kayıtlarını arşive ekleyebiliyorlar. Bugün akıllı telefonlar aracılığıyla hepimiz, her gün, sürekli, kayıt alıyorken ve kayıt altındayken arşivin bu tür katılımcı bir stratejiyle büyüyeceğine inanıyorum.
Mekâna bir de kısa bir anket yerleştirmişler. Sorular arasında en sevdiğim “sizce İstanbul’un sesleri nelerdir?” oldu. Ezan, yazdım ben. Sonra niye böyle bir şey çıktı diye düşündüm. Sanırım Türkiye dışında yaşadığım için, İstanbul’da olduğumu en çok ezan seslerinden hatırlıyorum. Bir de kış aylarının eski sesi geldi aklıma; bozaaAAA! (“Kafamda Bir Tuhaflık” kitabını anmadan olmaz bu noktada.) Nereden hatırladım bilmiyorum, muhtemelen sokak satıcılarından düştü zihnime, çocukluğumda arabalarda reklam müzikleri çalardı, onu da yazdım: ay-gaz dını-dın.
İnsan en zor sesleri hatırlıyor. Bir daha görüşülemeyecek bir yakının sesini hatırlamaya çalışmak örneğin. Ne dediğini kelimesi kelimesine söyleyebilmek ama o sesi, o tonlaması. Hiç beklenmedik bir anda, öylesine yapılmış bir kayıtta kulağınıza iliştiğinde ve de… Kentin sesleri de tüm bunlardan farklı düşünülebilir mi? “Günlük Sesler” sergisi, şehirde oradan oraya koştururken hepimizin işittikleri, kapalı bir mekânda yeniden duyunca hatırladıklarımız. Aslında.
Sergiyi PATTU tasarlamış. Nedense sergi künyesinde sergi kurgusu ve tasarımı olarak geçiyorlar, ancak küratör olarak anılmıyorlar. Projeye danışmanlık yapan bir ekip var, ama kimse küratör olarak künyede yer almamış. Bunun sebebini çok merak etsem de bu bambaşka bir konu. Sonraya bırakıyorum.
Bir de İstanbul’un seslerinden bahsetmişken, birkaç sene önce Documentarist’te izlediğim şu kısa filmi, “Ben Geldim, Gidiyorum“, yazının sonuna, meraklısına, iliştiriyorum.
Bu öğlen ne yiyelim?
Gündelik hayatımızın en sıradan sorusu belki de, ama bir yaşam pratiğinin de en temel göstergesi. NYC Şehir Kütüphanesi, Haziran 2012 – Şubat 2013 tarihleri arasında düzenlediği, New York’ta Öğle Yemeği (Lunch Hour NYC) başlıklı sergiyle, kentin öğle yemeği stereotiplerini ortaya çıkartıyor. Serginin en heyecanlandırıcı tasarımlarından biri de internet sitesi. Zaman ve mekan sınırlarının ortadan kaldırıldığı online sergi tasarımıyla New Yorkluların öğle yemeği tercihlerini her zaman keşfetmek mümkün.
”New York’ta her şey başka yerlere göre farklı yapılıyor – fakat yemek farklılıkları diğer bütün beşeri ekonomi kollarındaki farklılıklardan daha çarpıcı.” – George Foster, New York in Slices, 1849
Elma ile sembolleşen bir şehrin yemek kültürü üzerine düzenlediği sergi birçok kent müzesinin irdelemeye çalıştığı konuları mercek altına alıyor; Hangi yemek kültürü, şehirde ne zaman ortaya çıktı? Göçmenlerin yanlarında getirdikleri yemek tarifleri, zenginlerin tercihleri, yoksullar için düzenlenen yardımlar…
Şehrin yemek kültürü hikayesini anlatmanın yanı sıra, NYPL tarafından, sergiye paralel bir dizi etkinlik de düzenlenmiş; öğle yemeği saatinde Bryant Park’a gelen yemek kamyonu, gençlere yönelik yaz yemek kursları ve sergiye özel hazırlanan ve tamamen yemek kültürü üzerine metin, görsel paylaşımında bulunan Tumblr ve Twitter sayfaları…
”Hem aklınızı, hem karnınızı doyurun” – Bryant Park ve New York Şehri Yemek Kamyonu Birliği ile yapılan işbirliğiyle serginin gündelik hayatın bir parçası haline gelmesi sağlanmış. Pazartesi’nden Cuma’ya 11:00 – 15:00 saatleri arasında bir yemek kamyonu Bryant Park’ta sadece bu sergiye özel yemek satışı yapmış. Hem de her gün farklı bir kamyon, farklı bir mönüyle. Satışlardan elde edilen paranın bir kısmının NYPL’ye aktarıldığı düşünüldüğünde, ufak boyutlu bir fon geliştirme projesinin de başarıldığı söylenebilir.
Gençlere yönelik yemek kurslarıyla müzenin, yemek kültürünü gelecek nesillere taşımayı amaçladığı açıkça görülebiliyorken, bu amaçla planlanan asıl çarpıcı proje yemek projelerinin tercüme edilmesi:Mönüde ne var? 1840’tan bugüne gelen geniş bir yemek mönüsü koleksiyonuna sahip olan NYPL, Nisan 2011’de başlayan bu proje ile birlikte araştırmacıların bütün detaylı sorularını yanıtlamayı amaçlıyor. Tarihçiler, akademisyenler, roman yazarları, şefler ve yemek kültürü meraklılarının farklı dönemlere ait fiyatlandırma, yemekler, yemeklerin düzenlenmesi vb. detaylı soruların peşine düşüyorlar. Arşivlerini dijitale aktarıp, tercümede gönüllülerden yardım isteyen NYPL, bugün 390,000’den fazla tekil yemeği internet ortamında meraklısına sunuyor. Bugün ne pişirsem? sorusunu bile ortadan kaldırabilecek bu çalışmanın sadece akademik çevreyi ve araştırmacıları heyecanlandırmadığı kesin.
Sergi tasarımında, planan yan etkinliklerle birlikte iletişim modelinin de detaylı olarak düşünüldüğü açıkça görülebiliyor. Şüphesiz sosyal medya da unutulmamış. Tumblr ve Twitter sayfalarında sadece yemek üzerine yapılan paylaşımlarla hem serginin sürekli olarak hatırlatılması sağlanmış, hem de yemek kültürü üzerine Web 2.0 dünyasına dair bir arşiv oluşturulmuş. Sergi izleyicilerini kendi öğle yemeklerinin fotoğraflarını çekmeye ve Tumblr sayfasında paylaşmaya davet eden NYPL, bugün sosyal medyanın önemli paylaşım akımlarından birine dair kanalı da oldukça akıllıca bir şekilde iletişim modeline eklemiş. Sosyal medya kullanıcıları arasında yemek fotoğrafı paylaşımı o kadar yaygın bir tavır ki sonunda kendi adını bile oluşturdu; Yemek pornosu (Foodpornography). Bu konuya dair birçok farklı araştırmanın, makalenin olduğu günümüzde yemek kültürü üzerine sergi düzenleyip, onu eklememek büyük eksiklik olurdu.
İkonik NYC yemeklerini keşfetmek ve kendi öğle yemeği tercihlerinizi NYC stereotipleriyle karşılaştırmak için sergiyi buradan ziyaret edebilirsiniz.
#beListerda museumbuzzy listelerine müzecilik bloglarıyla devam edelim… Elbette daha fazlası var, aklıma ilk gelenleri hızlı hızlı listeledim. İleride güncellenecek, eklemeler yapılacak, şüphesiz.
Sitenin henüz link verme özelliği çalışmadığı için blog adreslerini kopyala+yapıştır yapmak gerekecek. Listenin kuru kuru görünmemesi için biraz müze fotoğrafları arşivimden süsledim. (Üşenmeseydim de blogların site görsellerini alsaydım aslında. Kısmet işte hep bunlar.)
Masumiyet Müzesi sesli rehberinden tadımlık…
Müzeyi romanı okuduktan çok sonra ya da romanı okumadan önce gezenler için hatırlatıcı / bilgilendirici bir rehber.
A very small piece of Museum of Innocence audioguide, narrated by Orhan Pamuk… A reminder / informative guide for those who visit the museum after a long time that they have read the book or who have not yet read the book.
(Audioguide in English is available at the museum)
Müze Gazhane tanıtım metinlerinde sıklıkla bahsedildiği üzere İBB İstanbul’a üç yeni müze kazandırdı: Karikatür ve Mizah Müzesi, İklim Müzesi ve Bilim Merkezi. Bu üç yeni müzeye bakıp müze nedir, müze mekânı nasıl planlanır, çağdaş müzecilik hangi prensipleri içermelidir gibi bir dizi soru sorabiliriz. Sergileme ve ikincil etkinlik alanları, kamu programları, yeme-içme hizmetleri sunmak, çağdaş müzecilik tanımını üstlenebilmek için yeterli midir? Bana sorarsanız, değil. Çünkü bence çağdaş müzecilik, hâlâ, daha temel bir yerde hizmet veriyor: Sergiler ve sergilere bağlı yan etkinlikler aracılığıyla bilgi aktarımı. O yüzden aklıma düşüyor: İstediğimiz her yerde müze kurabilir miyiz? Teoride, evet, kim karşı çıkabilir ki? Oysa pratikte, hayır. En basitinden iklimlendirme ve aydınlatmanın planlanması gerekir. Misal, o eserler kaç derece sıcaklıkta sergilenecek, nem oranı nasıl kontrol edilecek ve eserler doğrudan yansıyan ışıklardan nasıl korunacak? Buna bir de ziyaretçi trafiğini ekleyin. İçeride aynı anda kaç kişi olacak ve bu kişilerin mekân kullanımına dair alternatif senaryolar neler? Mesela, bir ziyaretçi: Bir pano önünde ortalama kaç dakika harcayacak, o panoyu aynı anda kaç kişi okuyabilir, o panoyu okumadan yanındaki eserlere baksa hikâye anlatımı bozulur mu, o zaman mekânda aynı anda kaç ziyaretçi ağırlayabilirim? Tabii çocuklu aileler, rehberli turlar, öğrenci grupları vb. özel tanımlanmış ziyaretçi gruplarını da unutmadan.
İklim Müzesi’nin yer aldığı binayı ele alalım. Dar alanda kısa paslaşmalar. İki kişinin yan yana durmasına izin vermeyen koridorları. Büyük panolara uzun metinler hazırlayıp onları resimler, grafikler ya da videolarla bir araya getirmek müze midir? Kim müzeye Google aramasıyla kolayca ulaşabileceği metinleri okumaya gelir? Hele de o metinler basitleştirilmemiş, aksine akademik tonda kaleme alınmışsa? Ya da sıradan bir insanın tek bir okumada aklında tutabileceğinden daha detaylı bilimsel içerik sunulmuşsa? Sergiyi beraber gezdiğimiz bir anne ve iki çocuğu her panoda heyecanlandı, beğenilerini defalarca dile getirdi. Asıl soru, ne öğrendiler? “İklim krizi mühim mesele.” Peki, iklim kriziyle nasıl mücadele edeceğiz? İtiraf etmem gerekirse ben içeride tutunamadım ve serginin sonuna ilerleyemeden yarı yolda ayrıldım. Sebebi basit, o alan o kadar büyük konstrüksiyonlu bir sergileme pratiğine uygun değil. Her panoda uzun uzun metinler. Videolar. Yabancılaştıran bilimsel terimler. Kapıdan çıkarken düşünüyorum: Panolar, İklim Müzesi’nin koleksiyonu mu şimdi?
Türkiye’de uygulama, eğer son 10 yılda değişmediyse, basittir: Müze koleksiyonu bakanlığa kaydedilir. Envanter listeleri hazırlanır. Bakanlık müfettişleri de düzenli olarak envanter listesiyle sergi ve depo kontrolü yapar. Masumiyet Müzesi, müze statüsüne başvurduğunda da sormuş Bakanlık: Koleksiyonun ne? Her vitrinin içinde sayısız obje olduğu ve objeler ancak birlikte düşünüldüğünde bir hikâye anlattıkları için sonunda vitrinleri birer sanat eseri olarak kaydettirmeye karar vermişler. O yüzden, panolar da koleksiyon olarak kaydedilmiş olabilir. (O zaman, onu ayrıca ‘koleksiyon objesi’ çerçevesinde tartışmak gerekir.)
Karikatür ve Mizah Müzesi’nin yer aldığı bina, tek bir katta, dairesel bir sergi anlatımı sunuyor. Yani serginin hikâyesini çizgisel kurmaktan başka bir çare yok. Başka bir ifadeyle, mekân, farklı başlıkları bir arada konuşturmak için küçük alanlar kurmaya müsait değil. Bu sebeple de iç içe geçmiş iki dairesel mekâna kurulmuş sergi. Dış çeperin bir kısmına da geniş bir masa konularak atölye alanı kurgulanmış. Yani bir sergileme bir de etkinlik alanından ibaret bir müze. Büyük camlardan yansıyan güneş ışığı ve doğru planlanamayan aydınlatmayla birlikte.
İki müzeyi yan yana düşündüğümde beni en çok her bir karikatür için basılan flyerlar meraklandırdı. Gerçekten gerek var mıydı? Yani iki adım ötesinde İklim Müzesi varken. Bugün, iklim krizine bağlı olarak, daha az basılı materyal üretmeyi, teknolojinin verdiği ekolojik zararların da bilincinde, içerikleri dijitalde biriktirmeyi tartışırken? Gerek var mıydı derken şunu soruyorum aslında: Sergi alanında yer bulunamayan bir bilgi mi veriliyor ziyaretçiye yoksa sadece ‘hatıra’ olarak mı paylaşılmış? (Çünkü ikisini de ayrı ayrı tartışmak gerekir.)
Geniş mekânda aralıklı yerleştirilen yönlendirme ve bilgilendirme panolarında müze binalarının tarihçesi de verilmek istenmiş, ama nasıl? Ziyaretçilerin mimar ya da kimyager, tercihen ikisi birden olması beklenerek.
“İkinci kısım ise betonarme ayaklarla taşınan bir platform üzerinde yer alan süzücü silolardan, boru sistemi ve raylardan oluşmaktadır.”
Müze Gazhane – Bilgi Panosu
Süzücü silolar? Ne yapacak ziyaretçi, bu metni okuduktan sonra olay yerini incelemeye binaya gidip metni deşifre mi edecek? Metnin yanına bir çizim koymak ve çizim üzerinde terimleri açıklamak bu kadar zor mu?
Kanal İstanbul merkezi ve yerel idare arasında yoğun bir iktidar mücadelesiyken, Müze Gazhane bu konuya da İstanbul Planlama Ajansı’nın yürüttüğü çalışmalardan kesitlerle yer vermiş. Sergi desen değil, bilgi panosu desen neden tuvalet girişlerinin önüne yerleştirilmiş o da belli değil.
Uluslararası bir müzecilik buluşması kapsamında yine bir müze geziyorduk ve müzenin müdürü, müzeyi nasıl yenilediklerini anlatıyordu. Mekâna oyuncaklı bir maket eklemişlerdi. Bir oraya gidiyor bir şey anlatıyor, bir buraya geliyor başka bir şeye heyecanlanıyor. Yanımdaki çok sıkıldı. Dedim, belli ki çok övünüyorlar bu maketle. Gözlerini devirip sordu: O zaman niye tuvaletin önüne koymuşlar? (Sadece aklıma geldi.)
Müze Gazhane’nin misyon ve vizyonuna dair bilgi bulamadığımız gibi küratöryel ekibi de bilemiyoruz. Sergi künyelerinden anlıyoruz ki üç mekân da ayrı kişi ve kurumlar tarafından tasarlanmış. Merak ediyor insan: Bu gruplar birbirleriyle ne kadar iletişim içindeydi? Üç ayrı mekân kurarken hepsini kapsayan bir planlama yapıldı mı yoksa birbirinden tamamen bağımsız üç ayrı strateji mi geliştirildi? Adına müze dedikleri bu üç mekân da Müze Gazhane çatısı altında bir arada ‘yaşayacaklarına’ göre, üçünün birbiriyle *konuşması* gerekmez miydi? Tüm bu sorular, yıllar önce Müze Sergi İşleri (Deniz Koç ve Yeşim Kartaler)’le yaptığımız söyleşiyi getirdi aklıma: Müzeyi kim kurar? Sergi senaryolarının mekânla birlikte düşünülerek planlanmasını ve Türkiye’de, müzecilikte, tasarımın içerikten ne kadar daha ön planda tutulduğunu tartışmıştık.
BONUS İÇERİK
Zaman eksikliğinden Bilim Merkezi’ni gezemedim. Tesadüfen bir vlogda karşıma çıktı. Sanırım Müze Gazhane’nin en ‘renkli’ kısmını kaçırmışım. Ziyaretçinin ‘hands on’ (uygulamalı) deneyim kazanabildiği bu alanı izlediğim kadarıyla pek sevdim. Özellikle de depreme karşı alınacak önlemlerin en basitini, güçlü konstrüksiyonu anlatan o maket sistemi!
This website uses cookies to improve your experience. We'll assume you're ok with this, but you can opt-out if you wish. Cookie settingsACCEPT
Privacy & Cookies Policy
Privacy Overview
This website uses cookies to improve your experience while you navigate through the website. Out of these cookies, the cookies that are categorized as necessary are stored on your browser as they are as essential for the working of basic functionalities of the website. We also use third-party cookies that help us analyze and understand how you use this website. These cookies will be stored in your browser only with your consent. You also have the option to opt-out of these cookies. But opting out of some of these cookies may have an effect on your browsing experience.
Necessary cookies are absolutely essential for the website to function properly. This category only includes cookies that ensures basic functionalities and security features of the website. These cookies do not store any personal information.