Zaten bu sözden daha iyi ne anlatabilir ki Oscar ödüllerini? // Well, what else can better describe the Oscars than this citation?
Malum, müze dükkanları için düzenlenen sergilere paralel ürün tasarlamak da artık mühim bir hadise. Frankfurt Alman Film Müzesi’nin Oscar ödüllerinin 85. yılı şerefine hazırladığı sergi sırasında da müze dükkanında sinema temalı farklı ürünler satışa sunulmuştu. Benim favorim bu en basit haliyle bez çanta. Sade ama etkili bir müze dükkanı ürün tasarımı. Öncelikle, bez çanta belki Türkiye’de değil ama Avrupa’da çok fazla kullanılan bir ürün. Tasarımda sadelik dikkat çekiciyken, alıntı ödülü hatırlatan altın rengiyle öne çıkartılmış ve tasarım farklılaştırılmış.
Zaten bu sözden daha iyi ne anlatabilir ki Oscar ödüllerini?
As it’s widely known, in the present day, specially designed products in museum shops are as crucial as the exhibition designs. In a similar way, Frankfurt German Film Museum presented various products to purchase during the exhibition of the 85 years of the Oscars. They were movie-themed designs. Among all designed objects my favorite is this simple tote bag. First of all, tote bags are widely in use in Europe. The design is kept very simple, but also differentiated by highlighting the citation with a gold color as it is a reminder of the Oscars.
Well, what else can better describe the Oscars than this citation?
Devlet ve vatandaş arasındaki kurumsal ilişkilerin en görünür olduğu mekânlar kentlerdir. Kentlerdeki her dönüşüm devletle vatandaş arasındaki ilişkilerin de değişmekte olduğunun göstergesidir.
Kentsel dönüşüm projelerinin, özellikle Gezi Parkı mücadelesinden sonra daha da hararetli tartışıldığı bu günlerde itinayla okunması gereken İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali, Ayşe Çavdar ve Pelin Tan tarafından derlenen bir kitap. Dünyanın pek çok farklı kentinde yaşanan bu değişim süreçleri son yıllarda vatandaşlık, mülkiyet ve sosyal haklar gibi egemenlik eksenindeki araştırmalarla yürütülürken, temel eksenin istisna kavramına yapılan gönderme olduğunu belirten Çavdar ve Tan, İstanbul’un karmaşık tarihsel ve toplumsal geçmişini yine bu istisna kavramı üzerinden tartışmaya açıyorlar.
Bu kitap öteden beri ‘müstesna’ bir şehir olarak tarif edilen İstanbul’da istisna halinin hangi süreçler çerçevesinde şekillendiğini, bir başka deyişle devlet-vatandaş ilişkilerindeki değişimin dinamiklerine ve bu dinamiklerin vatandaş-vatandaş ilişkilerine nasıl yansıdığını tartışmak üzere kurgulandı.
İstisna kavramı, Carl Schmidtt’in Siyasi İlahiyat kitabında karşımıza çıkar. Schmidtt, egemenlik kavramını tartıştığı bu kitapta Nazi döneminin toplama kamplarının olağanüstü hâl durumunu inceler. Schmiddt’e göre, ”egemen, olağanüstü hâle karar verendir.” Kutsal İnsan kitabında Agamben, istisnai hali yeniden sorgular ve ona göre:
Egemen, coğrafya üzerinde kendi meşruiyetine dayanarak tanımladığı herhangi bir istisna durumunu kontrol ederek ya da yine herhangi bir gerekçeyle -bunu yaparken insanlık suçu bile işliyor olabilir- bir istisna hali yaratarak kendini yeniler. Böylesi bir durumda istisna hali bu tanımlanmış dışlama alanında vücut bulur, somutlaşır.
Dokuz makalenin yer aldığı kitapta İstanbul’daki kentsel dönüşüm hukuksal ve siyasal düzenlemeler, toplumsal değişim, ekonomik etkenler, kentle kurulan bireysel ilişkide ortaya çıkan yeni etmenler vb. kapsayacak şekilde kent hakkı kavramı üzerinden tartışılıyor.
Tayfun Kahraman, mevcut hukuksal düzenlemelerin hangi kesimlere ayrıcalıklı imar hakları ve kentsel rant sağladığını sorduğu makalesinde, devletin düzenleyici rolünü bir tarafa bırakıp, seçkinleştirici bir işlev üstlendiğini belirtiyor.
Kent mekânını düzenleyen kanunların hazırlanma biçimi, yöntemi ve içeriğinin de gösterdiği üzere bu yeni dönemde devletin meşruiyeti, değer yaratma potansiyeli ile ölçülüyor. Kente dair hukuksal düzenlemeler de alt gelir gruplarını kent merkezlerinden çeperlere doğru iterek, merkezde değer yaratmayı hedefliyor.
Son Bir Hatıra, Sulukule – Najla Osseiran
“İnşaat sektörünün efendisi” olarak tanımladığı TOKİ’nin gücünü ve gücünün kaynağını tartıştığı yazısında Jean-François Perouse, TOKİ’nin varlığının yanlış anlamalar üzerine kurulu olduğunu söylüyor: “TOKİ tarafından ‘sosyal konut’ adı altında sunulan emlak ürünlerinin alıcıları, aslında bu konutlara muhtaç olanlar değil.” TOKİ’nin satış fiyatı, taksitlendirme seçenekleri ve evlerin mimari özelliklerini değerlendiren Perouse’a göre, “rakamları göz önünde bulundurarak aylık taksidi, asgari ücreti aşan bir konutu ‘sosyal konut’ diye adlandıran bir kurumun, sürekli vurguladığı konut sorununa ‘gerçeküstücü’ bir yaklaşım geliştirdiğini söyleyebiliriz.”
Sırf ‘mülk sahipliği’ statüsüne erişime odaklanarak TOKİ, başka ülkelerde yaygın olan sosyal konut politikalarının önemli bir boyutunu reddetmiş oluyor. Bu boyut, piyasadan arındırılmış, kanun tarafından yardım edilen/desteklenen kiralık konut sektörüdür.
Prestij konut anlayışının kentsel nüfusa olan etkisini değerlendiren Alev Erkilet, kapalı yerleşmelerin (gated communities) birleştirici ve bütünleştirici rolünü yerine getiremediğini, tam tersine, dışlayıcı bir kent kimliği yarattığını vurguluyor.
Kapalı yerleşmeler, prestij konut alanları, adı ne olursa olsun toplumsal dışlama esasında işleyen her türlü yerleşme biçimi, mahalle olgusunun sağladığı dayanışma, koruma, gözetme imkânlarıyla mukayese edilemeyecek oradan zayıf kalır. Dahası kentsel ayrışma, yol açtığı çatışma potansiyelleri nedeniyle pek çok toplumsal tehlikeyi de beraberinde getirir.
Şehrin merkezinden uzakta, güvenlikli sitelerdeki orta sınıf ev halini bizzat o sitelerden birinde yaşayarak deneyimleyen Ayşe Çavdar, site sakinlerinin bu tür konutları tercih etmelerinin sebeplerini araştırıyor. Komşularla yaptığı görüşmelerde farklı gerekçeler dile getirilse de ortak kanı, şehrin kalabalıklığında hissedilen korku. Çavdar, güvenlikli sitelerde hızla kurulamayan ilişkilerin site sakinlerinde güvensizlik duygusu yarattığını ve bu durumun da bu tür sitelere taşınmadaki beklentilerin tam tersinin ortaya çıkmasına neden olduğunu belirtiyor.
2000 aile için yapılmış, şehirdeki apartmanlarla karşılaştırıldığı zaman lüks gibi görünse de aslında bahçe duvarları ve sıkı sıkıya kurallarla şekillendirilmiş peyzaj düzenlemesi dışında pek de büyük bir farklılık vaad etmeyen bir siteyi hayal etmeye çalışın. Bu devasa alan ve değil sitedeki, bloktaki herkesle tanışmanın imkânsızlığı kaçınılmaz bir içe kapanmayı, içe kapanmaysa şehirdekine hiç de benzemeyen, güvenilecek kimsenin olmadığı devasa, kimliksiz bir alanda tek başınalıktan doğan yeni bir korkuyu beraberinde getiriyor.
Sulukule Platformu üyeleri Sulukule’nin adını değiştirebilecekler mi? (2007-2013) diye sorarak, bu dönüşüm süreçlerini aktarıyor. Platform’un yatay, açık ve pozitif eylemliliği benimseyen yapısını ve yıkımdan sonra da toplulukla ilişkileri sürdürerek yürüttüğü dönüştürücü, destekleyici faaliyetlerini tartışmaya açıyor. “Bir kentsel mücadeleyi başarılı ya da başarısız kılan nedir?” sorusunu hem kendine, hem izleyenlere soruyor.” – Aslı Kıyak İngin, Sulukule Günlüğü
Aslı Kıyak İngin ve Tolga İslam, Sulukule Yenileme Projesi üzerinden devletin kentsel dönüşümü nasıl meşrulaştırdığını ve bu meşrulaştırmanın kent halkı tarafından kabul görmesi için nasıl stratejiler geliştirdiğini tartışıyor.
Yerel yönetimlerin kentsel dönüşüm projelerini meşrulaştırmak için kullandıkları stratejilerden biri, uygulama yaptıkları mahallelerin enformel karakterini vurgulamak ve yenilemeyi enformelite ile ilgili problemleri çözmek için bir reçete olarak sunmak. Bu yöntemin örneklerinden biri olan Sulukule Yenileme Projesi, mevcut topluluğu ve tarihi kent dokusunu yok ederek, buradaki arsa değerlerini arttıran ve spekülasyon yaratan bir araca dönüştü. Projenin uygulamasındaki üç yeni politik ve yasal araç önemli rol oynadı: Daha büyük ölçekli dönüşümleri mümkün kılan yeni yetkiler, yeni kamulaştırma yetkileri ve finans modelleri.
J. Rancière’in görünürlük biçimleri olarak adlandırdığı olgu açısından, politik alana etki eden sanatsal temsillerin, başka bir ifadeyle kentsel dönüşüme karşı çıkan sanatsal eylemlerin, yerelin çokkültürlülüğünü nasıl yayacağını inceleyen Pelin Tan’a göre, ”yerellikler için tekil bir temsiliyet biçimi bulmak olanaksızdır.”
Sanatçıların ve mahalle sakinlerinin, süregelen kentsel dönüşüm veya kentsel özelleştirme sürecine müdahale edebilmek için belirli meselelere odaklanmalarına izin veren, farklı alanlardan pratikler için bir çevre, bir platform yaratmak, sadece sanatsal pratiklerin yayılımını sağlamak için değil, kolektif sorumlulukla eyleme geçmek adına da etkili bir yol. Sanat projeleri, alternatif platformlar ve karşı-kültürel mekânlar yaratarak, eylemler ve bunlarla ilişkili direniş söylemlerini de mekânsal politikaların eşliğinde üretebilirler.
Kentsel dönüşüm projelerine nasıl karşı durulacağının, herkesi içine alacak ortak muhalefet dilinin nasıl ortaya çıkması gerektiğinin tartışıldığı söyleşide Erbay Yücak, problemin birey-kent arasındaki ilişkide bulunduğunu belirtiyor: ”Kentle kurduğum ilişkide bütün bunların yararlanıcısı değilsem, senin değer olarak gördüğün şeyi de değer olarak saymam.”
Birileri çıkıyor, 15 milyon için bir şey söylüyor ama ardında 200 kişi toplanıyor sadece. Böyle üretilen her pratik muktedir olana da ‘senin söylediğin doğru olsa diğerleri de sahip çıkar’ gibi güçlü bir argüman sağlıyor. Bu 200 kişi ise iki şey yapmış oluyor: Kendi farkındalığıyla tepkisini ifade etmiş oluyor. Bir de medyanın buna yer verebildiği oranda ötekine ulaştığını zannediyor. Burada esaslı bir sorun var. O kavram ya da bu kavram. Eğer bütünden bakacaksak, bir defa 15 milyonun bütünü algılamasını sağlayacak bir yol yürümedikçe, onun gıyabında ve ona rağmen konuşuyor olacağız.
Gezi Parkı mücadelesi sadece İstanbulluların değil, tüm Türkiye’nin kentsel dönüşüme hayır dediği bir direniş. Bugün nükleer santraller, çöp toplama alanları, sit alanlarının yerleşime açılması vb. ile Türkiye’nin birçok farklı kentinde de aynı sorunların var olduğunu biliyoruz. Ayşe Çavdar ve Pelin Tan tarafından hazırlanan İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali kitabı, bir yandan, bugün tartışmakta olduğumuz tüm bu kentsel dönüşüm sürecini anlamamıza yardımcı oluyor, bir yandan da bununla nasıl mücadele etmemiz gerektiğine dair farklı görüşleri, yöntemleri ve tartışma biçimlerini içeriyor.
Beyoğlu Belediyesi tarafından hazırlanan Tarlabaşı Kentsel Dönüşüm videosunda mahallenin geçmişteki ihtişamının günümüzde kaybolduğu ve bu proje ile birlikte mahallenin güzelleştirileceği anlatılıyor. Başka bir ifadeyle, burada yaşayan halk, bu halkın sahip olduğu öznel kültür ve yaşam biçimleri yok edilerek mahalle “yenileniyor”.
Kentsel dönüşüm projelerine biraz daha detaylı incelemek için, Türkiye’deki sermaye ilişkilerini üç farklı harita ile anlatmayı amaçlayan Mülksüzleştirme Ağları‘na da bakabilirsiniz. Burak Arıkan’ın önderliğinde yürütülen atölye çalışmalarının sonunda ortaya çıkarılan bu haritalar aracılığıyla, kentsel dönüşüm projelerini gerçekleştiren firmaları ve bu firmaların diğer projelerini inceleyerek nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu görebilirsiniz.
8 Mart’ta kadınlara ücretsiz giriş hakkı tanıyan müzelere teşekkürlerimle. Kadınların kültür-sanat alanındaki görünürlüğünü, temsiliyetini çok güzel ifade ettiniz. Biraz da tartışmak isterseniz, lütfen buradan buyrun..
I’m really thankful to all museums providing free admission to women on 8th of March. You express clearly the visibility and representation of women in culture and art domain. If you would like to discuss a little bit, please be my guest..
Bundan yıllar önce, Zarif ve Dinen Makbûl‘e dair ilk düşünceler zihnimde belirmeye başladığında, araştırma sorumun ham hali şuydu: siyasi muhafazakârlıktaki değişim nasıl oluyor da muhafazakâr hayat tarzları üzerinde hızlı bir dönüşüme yol açıyor?
s. 157
ODTÜ’de yürütülen doktora araştırmasına dayanan bu kitapta, araştırmacı Aksu Akçaoğlu, Ankara’nın tek bir semtine odaklanarak Çukurambar’da, makbûl muhafazakâr vatandaşın izini sürüyor. Zarif ve Dinen Makbûl: Muhafazakâr Üst-Orta Sınıf Habitusu başlıklı çalışma, İslâmcılık ve muhafazakârlık arasındaki geçişken ilişkiyi içeren literatür tartışmasıyla birlikte, ilk olarak, kavramları tanıtıyor.
Kısacası, muhafazakârlık-İslâmcılık ayrımı sentetiktir. İslâmcılık muhafazakârlığın Türkiye’de bürüntüğü formlardan biri olup yakın bir geçmişe kadar meşru muhafazakârlık sınırlarının dışında kalmıştır. AKP’nin kurulmasıyla İslâmcı muhalefet düzenle bütünleşmekle kalmadı, aynı zamanda meşru muhafazakârlığın tanımını, İslâmcılığı kapsayacak şekilde genişletti. Dolayısıyla, çalışma boyunca muhafazakârlık kavramını kullandığımda, İslâmcılıktan farklı bir görüşü değil, İslâmcılığı da kapsayan daha genel bir siyasi görüşü kastediyorum.
s. 19
Çukurambar’daki değişimi gözlemleme gayesi tabii ki tesadüfi bir istek değil. Araştırmacının sunduğu Türkiye yakın dönem siyaset tarihine dair mahallenin sosyo-ekonomik tasfirinin ardından öğreniyoruz ki, AK Parti milletvekilleri, 2002’deki seçimleri takiben, Çukurambar’a taşınıyor ve bu da eski bir gecekondu mahallesi olan bölgenin sınıfsal değişimini hızlandırıyor.
Mahalledeki vekil yoğunluğu, Çukurambar’daki dönüşümü daha da hızlandırdı. Mahallenin alt yapı ve yol sorunları hızlı bir şekilde giderildi. Buna ek olarak, belediye mahalledeki binalar için getirdiği kat sınırını artırma kararı aldı. 2002 öncesi inşa edilmiş ve genelde on katı geçmeyen apartmanlarla karşılaştırıldığında, yeni çok katlı binalar mahalledeki nüfus yoğunluğunu arttırdı.
s. 73
Çalışmanın zemini etnografik veriye dayanıyor. Bourdieu’nün habitus kavramını çok sık görülmeyen bir kentsel araştırma yöntemi olarak kullanan araştırmacı, sahayla, mahallede Mesnevi sohbetlere ve ney kurslarına katılarak ilişkileniyor.
Yabancısı olduğum muhafazakâr orta sınıfların sosyal hayatlarını yakından gözlemlemekle kalmadım, ayrıca bu hayata katılımımı da incelemeye dâhil ettim. Böylelikle, muhafazakâr habitus araştırmamın hem konusu hem de yöntemine dönüştü.
s. 54
Araştırmanın en ilginç yanlarından biri uygulanan etnografik yöntem. Habitus, Bourdieu’ye göre kişinin her yere birlikte taşıdığı bavuludur. Toplumu ekonomik ilişkilenme üzerinden incleyen Bourdieu’ye göre, bavulumuzu sahip olduğumuz sosyal, ekonomik ve kültürel sermayeler oluşturur. Buna göre, araştırmacının kendi habitusunu katılımcılık ötesinde araştırma konusunun faili olarak incelemeye dâhil ettiğini görüyoruz. Başka bir ifadeyle, bireyin, araştırma konusu olan habitusu nasıl edindiğini kişisel deneyimiyle inceliyor.
Etnografik bir araç olarak habitus, aslında katılımlı gözlemcilikle benzeşir. Fakat, katılımlı gözlemcilik, yerlinin bakışıyla gözlem yapmanın önemini vurgularken, habitus düşünümsel bir şekilde gözlemlenmek üzere, katılımı etnografik araştırmanın merkezine taşır. Bu nedenle, habitusu temel alan bu etnografik yöntem, gözlemci katılımcılık olarak adlandırılabilir.
s. 56
Yaptığı bir dizi literatür araştırması, gözlem, katıldığı eylem ve mülâkatlar sonunda araştırmacı, günümüz makbul üst-orta sınıf muhafazâkarın dini hasssasiyetlerle belirlenen tüketim alışkanlıklarından yola çıkarak tanımını yapar. Araştırmacıya göre bu tanım yeni bir kimlik inşaası içermemekle birlikte, kitlesel tüketim alışkanlıklarına dinen makbûl bir biçim verilmesidir.
Bugünün makbul muhafazakârı her şeyden önce, ekonomik ürünlerle kurulan yeni bir ilişkinin ürünüdür: Lüks sitelerden alınan ve gösterişli bir şekilde döşenen daireler, rengârenk tesettür estetiği ve beden fetişizmi, rafine damak tadı arayışı ve çocukların eğitimi için ayrılan büyük bütçeler muhafazakârların ekonomik ürülerle kurdukları yeni ilişkileri temsil eder.
s. 109
Son olarak, bu araştırma, okuyucuya, gerçek müslüman kimliği, muhafazakâr yaşam ve kapitalizm eleştirisi, lüks tüketimin islâmdaki yeri ve muhafazakâr yaşamla şekillenen siyasi görüş tartışmalarına dair zengin bir içerik sunuyor. Örneğin, üst-orta sınıf muhafazakâr habitusun nasıl oluştuğunun izlerini süren araştırmacı, görüşmecilerinin hepsinin AK Parti döneminden memnun olduklarını belirtiyor.
Sahada neredeyse herkesten duyduğum ortak şikâyet, AKP öncesi sosyal hayatta maruz kalınan laik baskılardır: Hatice türbanlı olduğu için, mesleği olan öğretmenliği yapamadı; Burhan Yeni Şafak okuduğu için iş arkadaşları tarafından dışlandığını düşünüyor; Eren üniversitede öğrenciyken hocalarının muhafazakâr öğrencilere karşı çifte standart uyguladığını düşünüyor; Mustafa tesettürlü olan eşiyle önceleri Kızılay’da dolaşırken kendilerine kötü bakıldığını ifade ediyor.
#beListerda museumbuzzy listelerine müzecilik bloglarıyla devam edelim… Elbette daha fazlası var, aklıma ilk gelenleri hızlı hızlı listeledim. İleride güncellenecek, eklemeler yapılacak, şüphesiz.
Sitenin henüz link verme özelliği çalışmadığı için blog adreslerini kopyala+yapıştır yapmak gerekecek. Listenin kuru kuru görünmemesi için biraz müze fotoğrafları arşivimden süsledim. (Üşenmeseydim de blogların site görsellerini alsaydım aslında. Kısmet işte hep bunlar.)
DAN! Duvara çarptım. Üye olmadan girilemiyor mu? Döndüm yanımdakine sordum. Ben de baktım, üye olmak gerekiyor diye çıktım siteden, dedi. Döndüm siteye bir daha baktım. Meğer yukarıda gizlenmiş menü. Biz iki internet kurdu site tasarımını ilk denemede çözmekte başarısız olmuştuk. Yılmadım. Üye oldum. Hevesle eserler arasında dolandım. DAN! DAN! Afişleri neden tam göremiyorum? Yarısından filmi tahmin etmek mi gerekiyor? Görselin üstüne tıklamalıymışım tam boyutuyla görmek için. Tek tek. Eğer “sıradaki” diye gezersem büyütülmüş görselleri, galeriyi yekpare gösteriyor ve farklı kategoriler altında oluşturulan galeriler arasındaki geçişi göremiyorum. Ayrıca resim büyükken onu koleksiyonuma da ekleyemiyorum, paylaşamıyorum. Büyük görselden çık, küçüğünde beğen, sıradaki görseli büyüt, beğendiysen tekrar küçült… Yoruldum. 5 eserden sonra bıraktım.
Aaa bu filmi hatırlıyorum, çok eskiden izlemiştim, konusu neydi acaba, tam hatırlamıyorum, diye düşünürken buldum bir de kendimi sık sık. Yüzyıl diyor. Hatırlamamam normal. Peki neden hafızama bir yardım yok? Kısa bir paragraf. Bazı eserlerin altında yazıyor. Örneğin dergiler. Derginin adı, yılı ve ödünç alınan arşiv. O kadar. İsim etiketi gibi. Kimliği yok. Esere dair bir bilgi yok yine. Peki bu site neden var?
Sergiye, konusunda uzman yazarların sinema ve seyirci ilişkisini ele alan yazılarının yanı sıra görsel arşiv malzemesinin sunulduğu kapsamlı bir katalog ve şu anda ziyaret ettiğiniz web sitesi eşlik ediyor. Web sitesinde Türkiye sinema tarihinin seyirciyle ilişkisinin kaydını tutan görsel arşiv malzeme ve ziyaretçilerin beğenilerine göre sergiden kendi seçkilerini oluşturarak sosyal medyada paylaşabilecekleri bir panel yer alıyor. Bu çalışmayla serginin daha geniş kitlelere yayılması ve arşivin sergi bitiminden sonra da ziyaretçiyle buluşması amaçlanıyor. – Sergi Hakkında
Sergilerin dijital ortama aktaralmasında amaç ne, hedef kitle kim? Soruları dönüyor yine kafamda. Bu internet sitesi sergiyi ziyaret edenler için mi hazırlanmış? Evet, bunu görmüştüm ve bu aslında şöyle bir şey anlatıyor, bunu koleksiyonuma alayım. Mı demeliler? Ben gezmedim. Bu platformdan da sergi hakkında bilgi alabiliyorum ama serginin sunduğu bilgiler hakkında herhangi bir şey öğrenemiyorum. Araştırma sergisi. Araştırmaya dair bilgi yok. Araştırma ekibi var, sergi ekibi var. Sonuç? Sitenin galerilerinde gördüğünüz 88 eser. Eserlerden ve sergi salonundan örnekler. Gidip görebilmek istiyorum. Kesinlikle. O zaman internet sitesinin amacı müzeye ziyaretçi çekmek mi? Peki hiç gezemeyecek olanlar? Zaman ve mekan kısıtlaması olanlar? Daha geniş kitlelere ulaşsın sergi, sosyal medyada paylaşılsın. Peki, hakkında konuşma oranı arttıkça mı başarılı sayacağız bir sergiyi, yoksa içeriğini aktarabildiğinde mi?
Sitenin bir diğer eksiğinin de oluşturulan koleksiyonun paylaşımına dair olduğunu düşünüyorum. İsterdim ki izleyici kendi notuyla birlikte oluştursun koleksiyonu. Paylaşılan bir koleksiyonu gezerken ben, koleksiyonuncunun notlarını okuyabileyim. Onun ilgi alanlarını, serginin ve eserlerin onda bıraktığı hissiyatı ya da hatırlattıklarını keşfedebileyim. Belki ben de o notlardan yeni bir şey öğrenebilirim. Araştırma sergisi değil mi bu, belki sergiye de katkısı olur. İsterdim ki bir koleksiyon yazısı yazabileyim. Neden bu koleksiyonu oluşturduğumu sosyal medyada paylaşırken yazdığım notla sınırlı kalmasın, koleksiyonumla birlikte dursun orada. Hatta isterdim ki bu koleksiyonlar bir yerde biriksin. Başkalarının koleksiyonuna da bakayım. Ya da izleyiciler bir eser seçsinler ve onunla ilgili bir şeyler yazsınlar, o bir yerde biriksin. Eserlerle ilgili internette daha fazla linke ulaşmak da isterdim. Internet teknolojilerinin en büyük değeri hyperlinkler. Değil mi? Katman katman dolaşıyorsun sanal dünyada.
Belki geliştirilecek bir projedir. Sergi bittikten sonra eklenecektir diğer eserler. (Telif vb.’nin de farkındayım.) Gönlümden geçen dijital sergi platformu dileklerimi sıraladım ben peşpeşe.
Bir de merak ediyor insan, internet sitesi ziyaret oranıyla, koleksiyon oluşturma oranı arasında nasıl bir oran var? Sitede kalma süresi, sayfalar arasında gezinme… Oluşturulan koleksiyonlara dair bir değerlendirme yapılıyor mu?
Keşke bu verileri de paylaşsa İstanbul Modern ve biz müzebilimciler de biraz mesleki bilgi edinebilsek.
Unutmadan, benim hazırladığım koleksiyon da burada.
It was the summer of 2015, and I had to apply for a Canadian tourist visa to attend the annual conference of my doctoral colloquium hosted in Toronto. After a short research, I found out that the nearest Canadian embassy for visa applications to Berlin was in Vienna. A personal application was not required. So, I went to the colloquium secretary and asked for an extra budget for sending my passport to Vienna with insurance. They were confused. They didn’t understand why I didn’t want to travel to apply in person. My answer was clear: “I have a passport from the Republic of Turkey. The European borders are open. Thousands of people have been walking from the Middle East, crossing over Turkey, Hungary, and Vienna. Some of them are trying to reach their families here in Germany. They have been constantly attacked and beaten by the local forces. I can go to Vienna, but I can’t come back to Berlin without my German residence permit, and it’s just a sticker on my passport.”
If you have the White European privileges given by birth, you can easily avoid any social causes against human rights until someone pulls your head up and turns it over to the point. It is what happened after the war started in Ukrania. Media coverage was all about how Germany was threatened by the war, especially Russian nuclear weapons, and how badly Germany’s military budget was low in developing a protection shield against atomic attacks. The war maps have been constantly updated with alarming: “The war is x km away from Germany!” For a society that is still suffering from WWII, it’s traumatizing. A war in faraway geographies is “bad,” but a war in Europe is frightening. Thousands of people arriving in Germany seeking a refugee shelter should be “regulated,” but the Ukrainian refugees are more than welcome. Hence, the difference between the current migration politics toward non-European and Ukrainian refugees in Germany is noticeable today.
@ecartan
This photo, taken in Berlin at Tempelhof SBahn Station on May 11th, 2022, displays the blatant racist discrimination against diverse refugee communities in Germany. In rough translation, it says, “Join the employer Land Berlin now and offer services for refugees from Ukraine.” #facepalm
Many people who have fled war and destruction from Ukraine are seeking protection and a safe place to stay in Berlin. Often, the people, including many children and young people, lack the most basic necessities upon their arrival, such as shelter, medical care or financial support. Language barriers also make it difficult for refugees to arrive in our city and to organize further assistance. In this situation, the employees of the State of Berlin stand by the side of the refugees from Ukraine with energetic and professional support and are the first point of contact for the granting of state benefits.
You too can play a valuable role for the common good and contribute your expertise and commitment to the care of the refugees from Ukraine: The state of Berlin offers numerous entry-level opportunities to work in administrative services, for social workers, doctors, interpreters and other professional groups – together we can make arrivals possible!
The official website of Berlin, which was quoted above, highlights the call as follows: “Enabling Arrivals Together” (Gemeinsam Ankommen ermöglichen). It’s great, let’s do it! But why are you only calling out the Ukrainian refugees’ struggles? Why are we only talking about the war in Ukrania but not the Middle East or Africa? Why are we only talking about the participation of the refugees escaping from the war in Ukrania? At the same time, it is very well known that there are zillions of different reasons to apply for refugee status in Germany? For instance, I couldn’t help but wonder: Why are we not talking about sufficient protection and participation of all those subject to gender-based violence both in their home countries and on the migration road, as well as in Germany?
The Berlin government’s call to employers to hire more Ukrainian refugees to benefit from certain financial privileges undoubtedly facilitates racist discrimination in the job market. It has already been very well known that non-german, non-European and non-western names are discriminated against in job applications. They have a “legal reason” for being a racist now; they are just following their state’s migration policy. #ThanksButNo
Last yearI had a chance to meet a group of refugee women who arrived in Germany from the Middle East by walking for three weeks long. It was a book-reading event. The book was published following a writing workshop conducted with refugee women from various geographies. They wrote poems. They were emotional and striking poems. Voices were shaking and tears were dropping… After the reading session, we talked about our migration experiences. These women had no chance given to learn german properly. Their diplomas were not recognized in Germany; hence, they were forced to work in low-paid and precarious jobs – a.k.a in no german required jobs. If the German authorities qualified their certificates, they would have been given free german courses to a certain level. Some women, especially young girls who had not yet completed their education in their hometown before the war started, may not be able to present any certificates. In that case, they are asked to go to their state embassies in Germany to collect their missing documents. #ThanksForRetraumatising
Therefore, the first photo above clearly presents the hypocritical migration policies in Germany. In the summer of 2015, the media coverage was all about the number of newcomers. “How long will the borders stay open?” was a hidden way of asking, “How many refugees will we host?” The German government back then assured the public that they had control. They had – a.k.a. the EU-Turkey deal. “The ‘EU-Turkey deal’ is the term often used to describe the ‘statement of cooperation’ between EU states and the Turkish Government, which was signed in March 2016.” According to the EU-Refugee Pact, Turkey would take any measures necessary to stop people traveling irregularly from Turkey to the EU in exchange for a €6 billion EU budget to improve the humanitarian situation refugees face in the country. #WellThoughtThanks In real life, thousands of families fell apart. Even though they had migrant and refugee rights to apply for family reunification in Germany, Turkey is perceived as a safe country, and applications are not validated. Seriously? Still? Even after the government in Turkey decided to withdraw from the Istanbul Convention and while racism is in daily country life constantly increasing? It’s not a question to Turkey but to the EU-states – it’s a question that EU-states should answer, especially, concerning those suffering under the unhumanitarian conditions in Greece?
Since Turkey has not been accepting returns for the past two years, people deemed ‘inadmissible’ have been stuck in Greece in a legal limbo: they have no access to asylum or documents indicating their legal status, and no right to housing, cash assistance, work, or catering services in the camps they reside in.
What does it all mean to museology? The racism and gender-based violence in the german migration politics against marginalized communities should also be made visible in arts and culture– not only in Germany but Europewide. It could be achieved via exhibitions, events, publications, and collaborations. Additionally, the migrant and refugee artists, curators, and museum professionals should be mainly supported by offering specific job and residency vacancies. More importantly, the present should be documented. The current conditions, experiences, and stories of migrants and refugees, especially those identified with marginalized communities, should be collected and enriched with still and moving-image materials. Arts and culture institutions can usually not present sufficient resources for the field study, such as for interviewing people. Still, various NGOs have direct contact with the people concerned. Volunteers (supported with symbolic honorarium) could be engaged to work with NGOs to collect first-hand data for the examination of museum professionals. In the face of forced migration, it’s also crucial not to avoid injustice in migration and gender politics of arts and culture industries. #DecolonizeMuseums Therefore, developing particular migration and gender policies in archives, museums, and art market is not a luxury but a requirement.
This website uses cookies to improve your experience. We'll assume you're ok with this, but you can opt-out if you wish. Cookie settingsACCEPT
Privacy & Cookies Policy
Privacy Overview
This website uses cookies to improve your experience while you navigate through the website. Out of these cookies, the cookies that are categorized as necessary are stored on your browser as they are as essential for the working of basic functionalities of the website. We also use third-party cookies that help us analyze and understand how you use this website. These cookies will be stored in your browser only with your consent. You also have the option to opt-out of these cookies. But opting out of some of these cookies may have an effect on your browsing experience.
Necessary cookies are absolutely essential for the website to function properly. This category only includes cookies that ensures basic functionalities and security features of the website. These cookies do not store any personal information.