MetMuseum gerçek çocuklardan gerçek sorular topluyor ve yeni bir eğitim programı başlatıyor; #MetKids // MetMuseum collects real questions from real kids and launches their very new education program; #MetKids
MetMuseum gerçek çocuklardan gerçek sorular topluyor ve yeni bir eğitim programı başlatıyor; #MetKids
7-12 yaşları arası çocuklardan esinlenilerek, onlarla test edilerek ve yine onlar tarafından onaylanarak geliştirilen bu programda sadece çocukların değil, çocuk bakış açısı içeren yanıtlarla herkesin bir şeyler öğrenebileceği düşünülüyor. Özellikle de cesur sorularla.
MetMuseum collects real questions from real kids and launches their very new education program; #MetKids
#MetKids has been inspired, tested, and approved by real kids ages 7–12. We think that everyone can learn something from a kid-friendly explanation, and especially from the questions you are bold enough to ask.
Çocukların peşpeşe dizdikleri sorular arasında favorim, “mısır neden o kadar eski?” diyen velet ve yüzündeki ifade.
Aklımdaki soruları da peçeteye yazıp komşunun çocuğuyla yollamayı düşünüyorum. Sosyal medya kullanımlarıyla ilgili birkaç soru. Ya da fon geliştirme. Umarım çocuklar bunlarla da ilgilenir.
Among whole questions my fav is the cute kid who ask “why is egypt so ancient?” and expression on his face. I’m planning to send my list of question via my neighbor’s kids. A few questions related to their social media strategy. Or fundrising. Hope kids would be also interested in these subjects.
Documentarist 16. İstanbul Belgesel Günleri bu yıl gösterim alanlarını genişleterek CKM’yi (Caddebostan Kültür Merkezi’ni) de programa dahil etmiş. Şansıma, festivalde izlemek isteyeceğim filmler mahalleme geldi. Bu yıl, festival gönüllü ekibine katılıp CKM’de yapılan soru-cevap bölümlerinde moderasyon görevini üstlendiğim için filmlerle ilgili yönetmenlerle doğrudan sohbet etme fırsatım da oldu.
Belgesel filmlere yaklaşımım sosyolojik araştırma okuma hevesimden pek de farklılaşmıyor aslında. Sonuçta, ikisinde de bir dertlenme ve hikâye anlatılıcılığı var. Üniversitede İstanbul Film Festivali’nin (eğer adını yanlış hatırlamıyorsam) Hangi İnsan Hakları? bölümünü takip ettiğimi gören bir arkadaşım alay etmişti: “İnsanlar yabancı filmleri izlemeye gidiyorlar, biliyorsun, değil mi?” İyi de, o filmlerin çoğu ödül alıyordu, sonra da vizyona giriyordu. Oysa o dönem henüz dijital platformlar da olmadığı için çok az gösterim fırsatı yakalayan belgeselleri izlemek benim için daha öncelikliydi. Özellikle de bu konuda yerelci bir tavrım olurdu: Kim bu memlekette neyle dertleniyor ve onu nasıl anlatıyor? Festivallerde peşine düştüğüm asıl soru hep buydu benim. Bu yıl, Documentarist’te yine yerel yapımları izleyerek bu tavrımdan ödün vermediğimi baştan söylemek isterim.
İzlediğim filmleri bu postta kişisel beğenime göre sıraladım ama yıldızlı puan verme gereği duymadım. Sıralamanın gerekçeleri kısa yorumlarımda gizli.
Filmin başında öğrendiğimize göre Mihri’ye dair en yaygın argüman, New York’ta yokluk içinde öldüğü. Üstü kapalı, “başarılı olamamış” bir kadın ressam argümanı. Oysa, özellikle araştırmacı Özlem Gülin Dağoğlu’nun aktardıklarından Mihri’nin gittiği her ülkenin elit sınıfıyla bir bağ kurmayı başardığını öğreniyoruz.
Film, animasyonlar, canlandırmalar ve Mihri’nin yeğeni ressam Hale Asaf’a yazdığı mektup gibi farklı kaynaklarla seyirciye yeni bir sanat tarihi okuması sunuyor. Ancak bu okuma da salt bir gerçeklik sunma iddiasından öte “Kim Mihri” sorusuna yeni sorular ekliyor. Bu açıdan da film, Mihri’nin hayatının belgeselini değil; Mihri üzerine bir belgesel yapmanın hikâyesini anlatıyor daha çok. Belki de bu durum, yönetmen Berna Gençalp’in, soru-cevap bölümünde, filmin Mihri hakkında bulunan her yeni bilgiyle geliştiğini belirtmesiyle de doğrudan orantılıdır. Hatta belki filmin yer yer bende (beklemediğim bir şekilde) sanat tarihi dersine katılmışım hissi uyandırması da bu sebepledir.
Son olarak, “Kim Mihri” belgesel projesinin Türkiye sanat dünyasına en büyük etkisinin 2019 yılında SALT Galata’da açılan “Mihri: Modern Zamanların Göçebe Ressamı” başlıklı sergi olduğunu düşünüyorum. Film hem sergi hazırlıklarını da belgelemesi hem de sergi turuyla final yapması sebebiyle de unut(tur)ulan bir kadın ressamın hayat hikâyesi yerine bir hafıza projesinin dokümentasyonu olarak iz bırakıyor zihnimde. Ki bu da hafıza ve tarih yazımı arasında feminist pedagojiyi yeniden düşünmemiz için değerli bir örnek sunuyor.
Boşlukta
Kentsel dönüşüm projelerine dair yoğunluklu olarak şehrin hafızasını yerle bir olması ve soylulaştırma tartışılırken yönetmen Somnur Vardar, kamerayı, sektörün belki de en az konuşulanlarına, inşaat işçilerine çeviriyor. Filmde, dedeleri ve babaları gibi inşaatlarda duvarcılık yapan “Mardinli atanamamış öğretmen Ferhat ve kuzeni Emrah” hikâyenin odağında dursalar da asıl olarak inşaat işçilerinin çalışma ve barınma gibi temel hayat koşulları yakın plandan belgeleniyor.
Ödenmeyen ücretlerin, yorgunluktan haftalarca haberleşilemeyen ailelerin ve hayallerin konuşulduğu sohbetleri inşaatlar ve işçi barakaları arasında dolaşarak izleyiciye aktaran film, Türkiye’nin toplumsal yapılaşmasını da doğrudan gösteriyor: Soru-cevap bölümünde yönetmenin aktardığına göre Ferhat, yıllardır inşaatlarda çalışırken Kürt olmayan kimseyle karşılaşmamış.
Filmin toplumsal cinsiyet açısından en vurucu noktalarından biri de inşaat işçileri sendikasında yer alanlar dışında hiçbir sahnede kadın olmaması. Bu bağlamda, film, inşaat sektöründe kadınların beyaz yakalı işlerde çalıştıklarını ve sahanın erkek egemenliğini açıkça dile getirmeden aktarıyor.
Öte yandan, filmde tartışmalarını sıklıkla duyduğumuz ve Ferhat’ın da hayali olan Cezayir’e gidip çalışmak, inşaat sektörünün en bilinmeyen noktalarından biri olabilir. Bu tartışmalar hem Batı’ya doğru göçün inşaat işçileri için tersine hareketini hem de Cezayir’deki ücretlerin Türkiye’de bir iş kurmak için sermayeye dönüştürülmesi arzusuyla işçilerin inşaat sektöründen kurtuluş planını gösteriyor.
Böylelikle, Boşlukta, kentsel dönüşüm projelerinin en temel yapı taşı inşaat işçilerine odaklanarak kentsel planlamanın görünmeyen ya da başka bir ifadeyle görmezden gelinen işçilerin çalışma ve yaşam koşullarının değerli bir belgelemesini sunuyor.
Kavur
Filmin tanıtım metninde, “Genç bir kadın, yönetmen Ömer Kavur’un filmlerindekine benzer bir yolculuğa çıkarsa tüm sıkıntılarının çözüleceğine inanır” cümlesini okuduğumda biraz şüpheyle yaklaştığım Kavur, yalnızlıkla ya da daha doğru ifadesiyle aidiyetsizlikle dertlenenlere sesleniyor. Filmde, yönetmen Fırat Özeler’in Ömer Kavur’un filmlerinden, röportajlarından ve hakkındaki yazılardan yola çıkarak hazırladığı metnin ana hattında ve çok az yer verilen röportajlarla, salt film yapma arzusunun beraberinde getirdiği bir yaşam irdeleniyor.
Bende “bir köşeye çekilip altını çize çize ve üstüne düşüne düşüne yeniden okuma” arzusu uyandıran metne yön veren görsel dil ve kurgu da aidiyet(sizlik) arayışını ve bu uğurda yapılan yolculuğu tüm olağanlıyla aktarıyordu. Heyecan, endişe, korku, yılgınlık, belki de boşvermişlik… Filmi izlerken arşiv ya da buluntu görsel olduğunu düşündüğüm mekânların, belgesel için özel olarak araştırılıp bulunduğunu ve filmde kullanılan görsellerin %80’inin de orijinal görüntü olduğunu soru-cevap bölümünde öğreniyoruz.
Filmin başka gösterimlerinde metni seslendirenlerin seçimine dair sert eleştirilerin geldiğini sonradan öğrendiğim Kavur, bence, varoluşla dertlenen az ama belki de öz bir kitleye sesleniyor. Çünkü film bir Ömer Kavur belgeseli sunmak yerine, Ömer Kavur’un hislerinin tahayyülü üzerinden bir hikâye anlatıyor.
Ulysses Çevirmek
“Ayaklı bir Kürtçe sözlük” olarak betimlenen Kawa Nemir’i merkezine alan filmde, Kürtçe’nin Türkiye’de verdiği varolma mücadelesi anlatılırken aslında bir sömürgecilik tarihi de izliyoruz. Bunun en temel göstergesi, Kawa Nemir’in İstanbul, Mardin ve Diyarbakır’da maruz kaldığı kurumsal ve toplumsal baskıların ardından yıllardır üzerinde çalıştığı James Joyce’un Ulysses kitabının Kürtçe çevirisini tamamlamayabilmek için Amsterdam’a iltica etmesi olabilir.
Yönetmenler Aylin Kuryel ve Fırat Yücel’in Kawa Nemir’i Amsterdam’da sık sık ziyaret ettiklerinde yaptıkları sohbetler ile arşiv görüntülerinin birleşiminden oluşan bir anlatı sunan film, soru-cevap bölümünde izleyiciler tarafından da dile getirildiği üzere zaman zaman odak kaybı hissi yaratıyor. Özellikle, Kawa Nemir’in Amsterdam’da mülteci olarak ev bulma sorunuyla yüzleştiği anlatıların net olmaması ya da yönetmenlerin Kawa Nemir olmadan Ulysses buluşmalarına katılmaları filmdeki anlatıyı bana yeniden düşündürttü. Ancak film, her haliyle, bir direniş hareketinin hafızasına değerli bir katkı sunuyor.
Düet
“Senkronize yüzme sporu sayesinde tanışmış iki yakın arkadaş ve düet partneri” Mısra ve Defne’nin 2020 Olimpiyatları’na hazırlanma sürecini mercek altına film, Türkiye’de spora yapılan yatırım ve kadın sporcu olma hallerinin farklı perspektiflerini tartışmaya açıyor. Mısra ve Defne’nin antremanlar ve yarışlarda kendilerinin çektikleri ve arşiv görüntülerinin birleşiminde yapılan kurguyla sadece iki genç kadının sporcunun hayatını ve sportif mücadelelerini değil, Türkiye’de spor dünyasının toplumsal cinsiyet ayrımcılığını da belgeliyor.
Yönetmenler İdil Akkuş ve Ekin İlkbağ, soru-cevap bölümünde, filmdeki dilin baştan düşünülmediğini; Mısra ve Defne’nin yüzme sporu ve kadınlık haliyle zaman içinde yaşadıkları değişim ve dönüşümün böyle bir anlatıyı ortaya çıkardığını belirtti. Bunun bir kurmaca değil organik olduğu da zaten filmin içinde anlaşılıyor. Film, böylelikle, kurduğu görsel dilin sadeliği içinde güçlü bir anlatıyla Türkiye’de kadın hareketini vurucu bir şekilde belgeliyor.
***
İstanbul Belgesel Günlerini tüm zorluklarına rağmen yıllardır devam ettirdikleri için tüm Documentarist programlama ve gönüllü ekibine mille mercis!
Distopya nedir, distopik romanlar bize ne anlatır? Hakan Günday, Zamir romanında, cihanda sulh sağlamayı hedefleyen Cenevre merkezli bir sivil toplum örgütünün barış çalışmaları çerçevesinde, okuyucuya, şimdiki zamanın distopyasını sorgulatıyor.
Kölelik diye tarihsel bir gerçeklik varken hangi distopyadan söz edilebilirdi? Üstelik bir zamanlar Ruanda ya da Bosna’da olanlar sırf Kuzey Amerika’da gerçekleşiyor diye nasıl olur da kıyamet sonrasına tarihlenebilirdi? Böylesine bariz bir ayrımcılık nasıl yapılabilirdi? (…) Dolayısıyla distopya, ancak geçmişi anlatan bir hikâye olabilirdi. Ne de olsa geleceğe dair kurulacak tek bir hayal vardı. Çünkü dünyanın distopik tarihinde henüz görülmemiş tek şey oydu: Ütopya!
Türkiye-Suriye sınırı arasındaki bir mülteci kampında yaşanan patlamadan bir bebek sağ kurtulur. Kamp yetkilileri bebeğin ebeveynlerini bulamaz. Bebek patlamadan sağ çıkmıştır ama yüzü deforme olmuştur. Kampı yöneten All for All Vakfı, bebeği, fon geliştirme kampanyalarının yüzü yapmak üzere önce İstanbul’a götürür. Sonra da uluslararası kampanya etkinliklerinin peşinde dünya turu başlar.
Arapçada vicdan ve gerçek niyet anlamlarını taşıyan kelimenin Türkçede ne anlama geldiğini Yusuf Ali elbette bilmiyordu. Sonuçta o, Suriyeli bir bebeğe isim koyduğunu sanan Arap diline âşık bir şairdi. Yine de vahşi hayvanların sezgilerini andıran, şairlere özgü kehanet yeteneğiyle koyduğu ad, bebeğin kaderine denk düşmüştü. Çünkü her ne kadar Yusuf Ali bundan habersiz olsa da Zamir kelimesinin Rus dilinde de bir anlamı vardı: Barış için…
s. 101
Zamir, vakfın kendisinden beklediği vicdanları ağlatma görevini çocukluğundan gençliğine kadar layıkıyla yerine getirir. Önceleri kendisine verilen metnin dışına çıkmayan Zamir, sivil toplumun kesesini açan yumuşak karınları keşfettikçe, sahnede kendi istediği hikâyeleri uydurur. Sahneden indiğindeyse hep düşünür Zamir. Vakıf çalışanlarının sivil toplum ahlâkına dair iç çatışmalarını, sivil toplumun maddi kaynak yaratmak konusunda toplumsal olaylara karşı uyguladığı ayrımcılığı, yükselen sağ politikayı, cinsiyetçiliği ve ırkçılığı düşünüp anlatır Zamir bize.
Yoğunluklu olarak üniversite yıllarında yaşadığı sorgulamalar, Zamir’in yolunu, Birinci Dünya Barışı Vakfı’na çıkarır. Deforme yüzüyle yıllarca sahede savaştan kurtarılan çocukların hikâyelerini anlatan Zamir, devlet başkanları arasında arabuluculuk yapan sivil bir diplomattır artık.
[Y]edi kişi sunucu olarak görev yapıyordu. Ben de onlardan biriydim. Sunuculuk aslında simgesel ve gerçeğin yanında hayli romantik kalan bir unvandı. Vakıfla imzaladığımız iş anlaşmasındaki görev tanımı basitti: Çatışma ya da savaş halinde olan tarafları birbirine sunmak, yani bir masa etrafında oturup görüşebilmeleri için tanıştırmak ve aradan çekilmek. Vakfın web sitesinde, kuruluş amacı açıklanırken de benzer bir tanım kullanılmıştı. Tam da bir üçkâğıtçının uyduracağı sahte bir iş gibi duruyordu: Barış odaklı diyaloglar üretmek ve geliştirmek…
s. 42
Zamir’in iş tanımında belirtilmeyen ve yazılı olmayan tek kural, aslında işin özü: Barış diyaloglarının yine barış koşulları altında yaratılması zorunlu değil.
Sonuçta ben barış satıyordum. İnsanları, barışmanın ya da birbirlerini öldürmemenin kendileri için daha kârlı olacağına inandırmaya çalışıyordum. Bunun için de her yolu deniyordum. Tehdit, şantaj, hile, yalan, iftira, rüşvet, akla ne gelirse… Bu dünyada bir savaş çıkarmak için ne yapmak gerekiyorsa ben de aynısını barış için yapıyordum.
Dünyanın yeni bir binyıla hazırlandığı Aralık ayının son günlerinde, birbirinden farklı coğrafyalarda yaşanan ve Zamir’den çözüm bekleyen çatışmalar yaşanıyordur. İktidar, zaman içerisinde yükselen aşırı sağ muhafazakâr, anti-feminist, queer-fobik ve ırkçı politikacılardadır. Örneğin, Almanya’da iktidar, en büyük müslüman göçmen grubu olan Türkleri sınırdışı etmeye karar vermiştir.
14 yıl boyunca Almanya’yı önce koalisyonlarla, sonra da tek başına yönetmiş olan aşırı sağ görüşlü parti, iki yıl önce, sayesinde seçimi yeniden kazandığı vaadini mitinglerde dile getirirken kimse yadırgamamıştı. Daha doğrusu yadırgamaya kalkan Almanların bunu yapmaya fırsatı bile olmamıştı. Polis copu ve biber gazı eşliğinde derhal evlerine gönderilerek sesleri daha en başta kesilmişti. Parti temsilcileri o mitinglerde şunları söylemişti: (…)
“Unutmayalım ki bu insanlar bu ülkeye misafir işçi olarak geldi. Ama şimdi misafir kendini ev sahibi sanıyor! Hatta evin azımsanmayacak bir bölümünü kendi zevkine göre çoktan döşedi bile. Bu kabul edilemez!”
(…)
“Türkleri bu ülkeden kovmak, bir nefsi müdafaa hareketidir! Nefsi müdafaa milliyetçilik değildir! Nefsi müdafaa faşizm değildir! Nefsi müdafaa bir hayatta kalma mücadelesidir! Ve Almanya hayatta kalmak için, topraklarındaki en büyük Müslüman topluluk olan Türklerden bir an önce kurtulmalı, kendini arındırmalıdır!”
s. 110-112
Zamir, taraflar arasında ara buluculuk yapmak üzere, ormanda örgütlenen militarist Türk göçmenlerle görüşür. Önce kadınları ve çocukları kurtarıp daha sonra Alman-Türk olduklarını kanıtlamak üzere savaşmaya hazırlanan bu bir grup erkek, Zamir’e, gurbetçi kimliğini de yeniden düşündürtür. Memlekete duyulan hasret, uzaklarda bir coğrafyada terk edilen hayata özlem midir yoksa hiç var olmayan ama tahayyül edilen bir ülkeye mi?
Celal’in hayal kırıklığını anlayabiliyordum. Ne de olsa bu dünyada Türkiye’ye dair fantezileri olan sadece onlar kalmıştı. Bu çağın oryantalistleri Avrupalı ressam ya da şairler değil, gurbetçi denilen insanlardı.
Almanya gibi İngiltere’de de rüzgâr göçmen toplulukların aleyhine esiyordur. Hükümet, ülkede hangi göçmenlerin kalacağına dair bir rapor hazırlamıştır. Bu rapor kamu tarafından duyulursa iç çatışma çıkabilir; eğer kamu bilgilendirilmezse göçmenler insan haklarına aykırı bir şekilde sınır dışı edilecektir. Zamir tarafını seçmek zorunda.
Britanya’daki bütün azınlıkları listeliyorlar. Sonra da her birinin topluma kattığı sosyoekonomik ve kültürel değerleri inceliyorlar. Buna göre de o azınlığa bir puan veriyorlar. Buna fayda endeksi deniyor. Sonra da bir azınlığın fayda endeksine bakıp toplam nüfusa oranının ne olması gerektiğini hesaplıyorlar. Yani her azınlık için bir nüfus kotası belirleniyor.
s. 63
Sunucuların görevi, Zamir’e sorsalar, bütün dünyayı bir harp alanı gibi görmek ve irili ufaklı bütün savaş ihtimallerini tespit ederek barış için hareket etmek. Birinci Dünya Barışı Vakfı’na göre barış, ne pahasına olursa olsun can kaybını önlemek demek. Peki, nefes almak yaşamak mı?
Bizim işimiz insan haklarıyla ilgili değildi. Bir bölgedeki düşünce ya da seyahat özgürlüğüyle zerre kadar ilgilenmezdik. Bir toplumdaki eşitlik ya da adalet düzeyini asla umursamazdık. Bizim işimiz, çatışma çıkmamasıyla ilgiliydi… Bunun doğal sonucu da insanların hayatta kalmasıydı. Sonrasında o hayatlarla ne yapacakları onların sorunuydu. Dolayısıyla bizim için, faşist bir devlete karşı çıkabilecek bir ayaklanmayı önlemek, bazı durumlarda, barışı sürdürmek anlamına geliyordu. (…) Tabii bunun sonucunda da milyonlarca sivil, başlarındaki diktatörlerin ordularıyla savaşırken ölmüyor ama baskı altında yaşamaya devam ediyordu. Hangisini tercih ettiklerini insanlara sormuyorduk. Özgürlüğü mü yoksa hayatta kalmayı mı? Onların yerine karar veriyorduk.
Çocukluğunun bir kısmını İstanbul’da geçiren Zamir, yeni binyıla hazırlığın son günlerinde, Türkiye’nin anti-demokratikleşme sürecini hem kişisel ilgiyle hem de mesleği gereği yakından takip eder.
Çünkü az önce Anayasa Mahkemesi, Türk hükümetinin plebisit kararına karşı, ana muhalefet partisi tarafından yapılan itirazı reddetmişti. Buna göre, planlandığı gibi 1 Ocak’ta Türkiye’de bir plebisitin amacına son derece uygundu. (…) [B]u plebisitte Türk halkına tek bir soru sorulacaktı: Allah var mı?
s. 46-47
Belki de, plebisit sonrası içe dönük bir ekonomiye dönen Türkiye’de, dönemin devlet başkanının vatandaşlara sunduğu vaadlerdir Zamir’e distopya ile ütopya arasında şimdiki zamanı nereye koyduğumuz ve aslında koymamız gerektiğini düşündürten.
Kimse endişelenmesin! İlaç ve gıda temininde asla sıkıntı çekmeyeceğiz. Evet, belki yurtdışıyla ticaretimiz kısıtlanacak ama inanın bana, çok daha mutlu bir Türkiye olacak. Çünkü artık muhalefetin iktidarla kavgası bitecek. Bütün bir millet olarak, tek yumruk olacağız. Bugün bizi dünyadan kopartmak isteyen düşmanlarımızın karşısında, tek vücut olup bir dağ gibi yükseleceğiz! O arada da herkes şunu anlayacak: Türkiye’nin olmadığı bir dünya boş bir sahnedir! Ama o zaman da bakalım, biz onlarla ticaret yapmak isteyecek miyiz? Belki de bu defa biz onlara ambargo uygulayacağız! Bilemiyorum, belli olmaz. Ama kesinlikle, belli olan bir şey var. O da şu: Biz bize yeteriz! Hatta yeter de artarız!
Sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerine ve proje fon ekonomilerine Zamir’in gözünden bakınca insan kendi sınırlarını da yeniden gözden geçirme ihtiyacı duyuyor: Barış uğruna elini ne kadar kana bularsın? Hangi bilgiyi çatışma çıkmaması uğruna saklarsın? Birinin haksızlığa uğradığını gördüğünde sesini çıkartır mısın? Ne zaman çıkartırsın ya da ne zaman susarsın?
İki ihtimal var. Ya bu rakamların sahte olduğu kamu oyuna açıklanacak… Ya da açıklanmayacak. Sizce hangi durumda İngiltere’de kan dökülür? Çünkü aslında Birinci Dünya Barışı Vakfı olarak bizi ilgilendiren tek konu bu. (…) Sizce hangisini yapalım? Gerçeği açıklayalım ve İngiltere’de bir iç savaş mı çıksın? Yoksa her şeyi unutalım ve barış hali devam mı etsin?
s. 66 – 67
Peki, bu, bize müzeler hakkında ne söylüyor?
Şiddetin Eleştirisi metninde, Walter Benjamin, bir eylemin şiddet içerip içermediğini anlamak için amaçlara değil araçlara bakmak gerektiğini anlatır. Tetiği çekip birini öldürmek şiddettir. Ama bunu vatanınızı kurtarmak için yaptığınızı söylerseniz kahraman asker olursunuz. Eğer herhangi bir devlet tarafından resmi olarak tanınmayan silahlı bir örgüt tetiği çekerse asker değil, gerilla olur. En yalın ifadesiyle, amaç, şiddet eylemini meşrulaştırmak için araçsallaştırılmaya müsaittir. O zaman, Birinci Dünya Barışı Vakfı’nın ön gördüğü ve Zamir’in uyguladığı tehdit, şantaj, hile, yalan, iftira, rüşvet ve akıllara gelen diğer her şey barış yolunda mübah mı?
Kâr amacı gütmeyen kurumlar olarak müzeler, bilgi aktarımında ve yaymada sivil toplumun temel yapı taşlarından biri. Biraz Zamir gibi düşünürsek: Yüksek bütçeli bir sergi planladınız, sponsor arıyorsunuz. Bir şirket serginizi desteklemek istediğini söyledi. Görüşmeler sırasında fark ettiniz ki şirketin Afrika’da madencilik ortaklıkları var. “Sizce hangisini yapalım?” Teklifi reddedelim ve sergi ya iptal olsun ya da planlama uzasın? Yoksa kamunun bu ortalıktan haberi olmasın, kara parayı yararlı paraya çevirelim ve şirket popülerlik kazansın?
Ya da en basit haliyle: Etik sınırı nerede çiziyoruz?
Although I visited Berlin Global at the (new) Humboldt Forum Berlin Global months ago, I couldn’t have any chance to settle down my comments to illustrate a comprehensive post. But the upcoming “30 kg” exhibition in the Berlin Global Freifläche – Open Space raised some questions and a post on pre-visit comments got priority
Berlin Global is “the Berlin exhibition” at the Humboldt Forum for those unfamiliar. It has a participatory exhibition approach by combining images + footage + interview videos with maps + data visualization + artworks, and hosting games to engage with the visitors. Migration is not among Berlin Global’s seven existing themes (Revolution, Free Space, Boundaries, Entertainment, War, Fashion, and Interconnection) but “is felt” in the exhibition rooms. Moreover, the Open Space in Berlin Global, as stated in their concept paper, is based on a jury selection. The applicants are free to propose their exhibition topics in addition to the aforementioned seven.
[Berlin Global’s] Rich in variety and full of surprises, the immersive installations and atmospheric presentations invite visitors into these realms and the underlying diversity of Berlin. We let those who know the city speak: residents, experts, artists, initiatives and associations. Their stories, experiences and perspectives energise the exhibition.
The curators of the upcoming exhibition at the Berlin Global – Open Space, “30kg”, Burcu Argat and İzim Turan, put their focus on migration and gender. But how?
On one of BERLIN GLOBAL’s Open Spaces, seven Turkish Berliners reflect on their own experience of migration. Their belongings are no longer useful in Berlin, their mother tongue finds no exact translation. As transcultural women, they renegotiate everyday life – a liberation for some, for others a loss. Through the installation, the group invites visitors to consider their own identity. The project also draws a parallel to the 1920s, when independent women from Turkey migrated to Berlin and had to redefine themselves, just as they do today.
I have to say, the curators got a pretty catchy title, “30 kg,” to promote the exhibition within the context of “migrated belongings.” But does it fit the case – the case of migration history from Turkey?
You’re allowed to check in up to 30 kg of free luggage at the airport – one full suitcase for a new life in a new country. But what happens when your things, your language, even your own identity take on different meanings upon arrival?
I sent the exhibition link to a friend who is also active in arts and culture scenes in Istanbul, and their reply was as expected: “But what about the exhibition in DEPO? Isn’t it culturally inappropriate?”
For those who don’t know, or as a reminder, in 2014, DEPO İstanbul held an exhibition titled “20 Dollars 20 Kilos.” The exhibited materials shed light on a rarely known migration case in the history of Turkey: The forced migration of thousands of Istanbul Greeks.
While thousands of Istanbul Greeks-who, by and large, had never been to Greece in their entire lives-were being deported, they were only allowed to take 20 kilos of baggage and 20 dollars with them.
As it is stated on the “30 kg” exhibition opening invitation website,“Göç, değişimdir: Değişitirendir – Migration is a change: Migration changes [x].” But can we easily apply a symbolic narration of a particular ethnic minority deported from Turkey to all migration stories? What does 30 kg symbolize in this exhibition, especially compared to the state deportation of an ethnic minority group under restricted conditions of taking only 20 Dollars and 20 kg?
I kept thinking about the emphasis on 30 kilos as the following questions popped up in my mind: Who are the exhibition participants, and what is their reason for migration? How are their migration experiences in Berlin? How does gender play a role in their experiences as migrants? Do they still travel to Turkey or not? If not, can’t someone bring some more items from Turkey? If yes, can’t they pay for extra baggage? Or are they banned from traveling to Turkey and don’t have any traveling contacts?
As I stroll around the exhibition websiteand realize I can’t get enough information about the content, more questions arise: What is on display? Does the show tell their experiences in Berlin or stories of their “migrated belongings”?
Last but not least: In the exhibition framework, there is a concert and talk with the participants joined by the singer.
Who is this singer? Wait for it: Gaye Su Akyol – A white, privileged activist living in Moda (a sidenote for those familiar with the social stratification in Istanbul.)
The concert is on Tuesday, and the exhibition opening is on Thursday. I really didn’t get the PR idea behind it; maybe, just the scheduling issues of the parts. But: Why invite a singer from Turkey to talk about migration in Germany?
One question raises another, and without comprehensive information concerning the content on display, there is no way to get any answers. But I can get from the exhibition text that it sounds like a homogenization of migration from Turkey, even though different motivations and reasons exist, such as economic or educational causes or political asylum. Moreover, it seems like the role of intersectionality is avoided. OK, migration and gender are current hype topics in global arts and culture scenes, but where is the class? Even is gender homogenous?
I hope to find some answers in the exhibition space.
Sosyal medyayı arşivlemek üzerinde uzun zamandır düşündüğüm bir konu. Özellikle de müzelerin bunu nasıl kullanabilecekleri. Tam da bu sebeple Arter’in Instagram arşivi girişimini görünce heyecanlandım.
Arşivin mantığı basit, #arteretiketiyle paylaşılan Instagram fotoğraflarını tek bir yerde topluyor. Yani ne etiket açısından ne de altyapı açısından yeni bir şey yok. Ancak böyle bir şeye neden ihtiyaç duyulduğu önemli. Bu platformu nasıl kullanacakları. Yani bu fotoğraflar bir köşede kendi kendilerine birikmeyecekler muhtemelen. Bir yaşam alanı olacak onların da.
Hızlıca göz attığımda mekânda sergilenen bazı işlerle/nesnelerle daha çok karşılaştığımı fark ettim. Neden insanlar bu kareleri paylaşma isteğine daha çok sahip olmuş olabilirler? Buradan bir araştırma konusu, bir ziyaretçi pratikleri ölçümü çıkartılabilir mi? Sergi değerlendirmesi yapılabilir mi ya da? İnsanların en beğendiklerini paylaştıklarını düşünebilir miyiz? Yoksa aşina oldukları mı?
Artergram’ın yürütücülüğüne dair de sorularım var tabii. İçerik kontrolü örneğin. Ne kadar sık yapılıyor; yeni bir içerik eklendiğinde uyarı geliyor mu yoksa manual kontrol mü? Kimin sorumluluğunda ve en önemlisi nasıl bir yaşam planı var bu platformun?
Mart 2014’te, William Cullen tarafından, yeni bir blog projesi başlatıldı: #LEGOMuseums. Lego fotoğraflarının yer aldığı bu müze blogunun amacı legolarla müzeleri ziyaret etmek, çekilen fotoğraflar eşliğinde müzeyi tanıtmak ve insanları (özellikle de çocukları) müzeleri gezmeye özendirmek.
Blog projesinde Cullen İngiltere’deki müzeleri geziyor. Bir başkası da bir başka şehirdeki müzeleri… Bir başkası bir başka şehir… Böyle böyle çoğalıp #LEGOMuseums etiketi altında Twitter’da çeteyi kuruyorlar.
Bir Lego ya da başka bir maskot da sizin müzenizi gezebilir… Sergi salonlarından haberler bildirdiği gibi, kimsenin girmediği yerlere de girebilir, arşivleri ve depoları inceleyebilir.
Aşağıda, Cullen’ın the British Museum ziyaretinden fotoğrafları görebilirsiniz!
Will the Great Court’da geziyor. // Will walking through the Great Court.
Will Aydınlanma Dönemi odasında kitap okuyor. // Will reading some books in the Room of Enlightenment
William the British Museum’u geziyor. // William going into the British Musuem.
William Cullenfounded a new blog project on March 2014; #LEGOMuseums. This blog, consisted of Lego photos, aims to attract more people (especially children) to museums by presenting museums via taken photos.
In the framework of this blog project Cullenvisits the museums in the UK. Another one visits museums in another city… Another one and another city… In this way they come together with #LEGOMuseumshashtag on Twitter.
Malum, müze dükkanları için düzenlenen sergilere paralel ürün tasarlamak da artık mühim bir hadise. Frankfurt Alman Film Müzesi’nin Oscar ödüllerinin 85. yılı şerefine hazırladığı sergi sırasında da müze dükkanında sinema temalı farklı ürünler satışa sunulmuştu. Benim favorim bu en basit haliyle bez çanta. Sade ama etkili bir müze dükkanı ürün tasarımı. Öncelikle, bez çanta belki Türkiye’de değil ama Avrupa’da çok fazla kullanılan bir ürün. Tasarımda sadelik dikkat çekiciyken, alıntı ödülü hatırlatan altın rengiyle öne çıkartılmış ve tasarım farklılaştırılmış.
Zaten bu sözden daha iyi ne anlatabilir ki Oscar ödüllerini?
As it’s widely known, in the present day, specially designed products in museum shops are as crucial as the exhibition designs. In a similar way, Frankfurt German Film Museum presented various products to purchase during the exhibition of the 85 years of the Oscars. They were movie-themed designs. Among all designed objects my favorite is this simple tote bag. First of all, tote bags are widely in use in Europe. The design is kept very simple, but also differentiated by highlighting the citation with a gold color as it is a reminder of the Oscars.
Well, what else can better describe the Oscars than this citation?
This website uses cookies to improve your experience. We'll assume you're ok with this, but you can opt-out if you wish. Cookie settingsACCEPT
Privacy & Cookies Policy
Privacy Overview
This website uses cookies to improve your experience while you navigate through the website. Out of these cookies, the cookies that are categorized as necessary are stored on your browser as they are as essential for the working of basic functionalities of the website. We also use third-party cookies that help us analyze and understand how you use this website. These cookies will be stored in your browser only with your consent. You also have the option to opt-out of these cookies. But opting out of some of these cookies may have an effect on your browsing experience.
Necessary cookies are absolutely essential for the website to function properly. This category only includes cookies that ensures basic functionalities and security features of the website. These cookies do not store any personal information.