“Sabancı Üniversitesi, İstanbul Politikalar Merkezi (İPM) ve Stiftung Mercator Girişimi işbirliğiyle hazırladığımız Nasıl Bir Dünya? Nasıl Bir Türkiye?’nin yeni bölümünde çeşitli özelliklerinden dolayı sistematik olarak ayrımcılığa maruz kalan grupların deprem felaketinde yaşadığı sorunlar ve çözüm önerileri üzerine konuşuyoruz.”
“Sabancı Üniversitesi, İstanbul Politikalar Merkezi (İPM) ve Stiftung Mercator Girişimi işbirliğiyle hazırladığımız Nasıl Bir Dünya? Nasıl Bir Türkiye?’nin yeni bölümünde çeşitli özelliklerinden dolayı sistematik olarak ayrımcılığa maruz kalan grupların deprem felaketinde yaşadığı sorunlar ve çözüm önerileri üzerine konuşuyoruz.
Kadın ve Üreme Sağlığı Programı Koordinatörü Dr. Gökhan Yıldırımkaya, Kadının İnsan Hakları Yeni Çözümler Derneği Genel Koordinatörü Hilal Gençay ve İstanbul Sözleşmesi üzerine çalışan Mercator-İPM Araştırmacısı Dr. Elif Çiğdem Artan, Gülçin Karabağ’ın sorularını yanıtlıyor.”
The Federal German Migrant Women Association was founded in 2005 in Frankfurt and then expanded to more than 20 German cities. Women, coming from different geographies in Turkey, present diverse ethnical and religious identities in the association. They participate or organize demonstrations, hand out information flyers, and cooperate with local and international institutions for their common interests as they are basically part of the worker, migrant, and feminist movements. Based on their socio-political activities in the city, in 2014, migrant women were invited to the Library of Generations. It is an artistic reminiscence project to be housed in Frankfurt Historical Museum until 2105. The principle intention in the participatory museum project is to archive the history of migrant women in the perspective of documenting their struggles through the years, achievements in the present day, and goals for the future.
Archival materials in the reminiscence box—produced in a series of workshops—are basically instruments for women to tell their own stories, and it includes a short story book, choir recording, 10 years anniversary book, a short-documentary, etc. Nevertheless, posters, flyers, press releases, campaigning materials, and especially their periodical publications “Woman” represent migrant women’s memory in Germany. Additionally, the project includes two participatory exhibitions: Firstly, “ABC of Migrant Women Association: A Female Dictionary” (Cologne, 2015; Frankfurt, 2016; İstanbul, 2016; Berlin, 2017), an A to Z list of visual and textual interrogation of socially constructed words, objects, emotions, and even colors; secondly, “World from Female Perspective!” (Berlin, 2017), exposing the colorful, fighter, and collaborator environment of migrant women through photo albums, and various artistic installations. In this manner, this paper aims to discuss participatory curatorial practices in the project and archival materials representing female memory coming from Turkey and currently based in Germany.
Geçenlerde bir arkadaşımın kızı Paris’te ilkokula gidiyor, onunla telefonla konuşurken Türkiye’deki özel okul fiyatlarından bahsettik ve konu yurt dışında çocuk okutmaya geldi. Meğer Avrupa’da da her şeyi devlet okulları çözemiyormuş. Ebeveynler son yıllarda çocuklarını daha çok özel okullara yollamaya başlamışlar. İyi özel okulların fiyatları İstanbul’dakilerle kıyaslanamayacak kadar düşük olsa bile, bekleme listeleri varmış. Paris’te yaşayan arkadaşım da ilkokul 3. sınıfa geçen kızı için bir özel okula başvurmuş. Sohbete dahil olan herkesin, üstelik hem Türkiye’de hem de Fransa’da, ücretsiz/burslu aldığı eğitim programlarını hatırlatıp durum analizine başladı: “Fransa eğitim sistemi çöktü.”
Şöyle ki: Geçtiğimiz yıllarda, devlet bütçesinin yetersizliği nedeniyle bazı kesintiler yapılacağı duyurulmuş. Bilin bakalım kesintiyi nerede yapmayı uygun görmüş Fransız politikacılar? Bingo! Öğretmen maaşlarında. Sonra ne olmuş? Düşük maaşlar nedeniyle insanlar öğretmen olmak istemiyormuş, mevcut öğretmenler de daha fazla para kazanabilecekleri işler arıyormuş. Bitmedi. Devlet okullarında öğretmen sıkıntısı nedeniyle boş geçen dersleri doldurmak için Fransızlar bir çare bulmuş: “Sınıfları birleştirelim!”
15 kişiyi geçmeyen sınıfları diğer sınıflara dağıtıyorlarmış. Türkiye’den bildiğimiz, bir öğretmenin eğitim verebileceğinden fazla çocuk içeren sınıfları hatırladım. Sınıflar kalabalıklaşıyor, öğretmenlerin işi daha da zorlaşıyor. Arkadaşım dedi ki: “Keşke sadece öyle olsa. Kayıt az olunca, 2. ve 3. sınıfların müfredatı birbirine yakın diye onları da birleştiriyorlar. Bir sınıfta hem 2. hem de 3. sınıf öğrencilerine ders anlatıyor öğretmen. Köy okulu gibi!”
İtiraf etmeliyim ki, Paris’in nezih bir semtinde mahalle okuluna çocuğunu gönderip köy okulu eğitimi almak benzetmesine çok güldüm. Benzetmenin sebebi sınıfsal bir aşağılama değil; Türkiye’den aşina olduğumuz dışlayıcı eğitim politikasına yapılan göndermeyle Fransa eğitim sisteminin güncel halini özetlemek. Bilindiği üzere, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde, özellikle Kürt nüfusun yaşadığı köylerde, devlet eğitimi ya birkaç köyün çocuklarının yatılı okuduğu bölge okullarında verilir ya da köye bir öğretmen atanır ve yaşları fark etmeksizin köyün bütün çocuklarına, tek bir sınıfta, farklı dersler anlatılır. Dolayısıyla, “farklı yaş—aynı sınıf” politikasının dışlayıcılığı, daha en başta, çocukların eşit eğitim hakkının devlet tarafından ihlal edilmesiyle başlıyor.
Burada bir parantez açarak bahsetmek isterim, Doğu ve Güneydoğu bölgelerindeki eğitim sistemine dair yaygın toplumsal kampanyalar, çoğunlukla, mevzunun sadece toplumsal cinsiyet politikalarına odaklanmıştır. Örneğin, “Baba Beni Okula Gönder” kampanyası. Kız çocuklarının zorla evlendirilmeye maruz kalmaması, metalaştırılarak sözde “başlık parası” adı altında satılmaması ve daha da önemlisi, kendi geleceğini tayin etme hakkına sahip olmalarını hedefleyen bu kampanyada ne eksik? Kesişimsel feminist perspektif; yani, bu kız çocuklarının okula gönderilmemesini sadece ataerkil toplumsal cinsiyet normlarıyla değil, bölgenin etnik kimliği ve yaşam koşullarıyla da birlikte ele almalıyız. Örneğin, anadil, ulaşım şartları ve iş pazarı gibi belirleyici diğer faktörlerle bir bütün olarak analiz edilmeli.
Bu bağlamda, Türkiye’nin eğitimde fırsat eşitsizliğine ve dilin politikasına dair eleştirel bir bakış sunan, 2008 yapımı, İki Dil Bir Bavul filmini anmadan geçemeyeceğim.
Denizlili bir öğretmenin Şanlıurfa’nın Demirci köyündeki bir yılının öyküsü. Öğretmen Kürtçe bilmez, çocuklar Türkçe. Öğretmen ilk kez gördüğü bu coğrafyada, müfredatın ona emrettiğini uygulamaya çalışır, ama bölgenin kendi gerçeklikleri vardır.
Filmdeki ufacık bir kızın kıvrandığı sahnelerde gördüğümüz gibi, tuvalete gidebilmek için izin alınması gerektiğini öğrenmeleri yetmez mesela; “Tuvalete gidebilir miyim?” sorusunu Türkçe olarak söylemeyi de öğrenmeleri gerekir. Okul çağına kadar kullandıkları dil orada yasaklıdır, sınıfta Kürtçe konuşmanın cezası tek ayak üzerinde tahtada dikilmektir.
Neoliberal Ekonomiyle Tanışan Fransa: Eğitimde Kapsayıcılık OUT / Özel Okullar IN
Konuya doğrudan geri dönersek, Fransız siyasetçiler devlet bütçesini nasıl arttırırız demek yerine eğitim kaynaklarını rahatlıkla kısabilmişler. İnsan merak ediyor: Misal, açık kaynaklardan ulaşmaya çalışsak ve Fransa’nın savunma bakanlığı bütçesi ile öğretmen maaşı kesintilerini karşılaştırsak nasıl bir oran görürüz? Arkadaşımın durumu özetlemek için yaptığı “köy okulu” benzetmesi de bunu anlatmayı amaçlıyordu. Yani, Fransa’nın eğitimde kapsayıcı politikadan artık göz göre göre vazgeçmiş olmasını.
Lakin, Avrupa’da özel okullar ile İstanbul’da alışık olduğumuz Fransız kolejleri bir değil. Örneğin, göçmen ebeveynler arasında yeni bir bilgi akışı trafiği başlamış: Hangi özel okul dinî eğitim vermiyor? Bu, böyle sorunca, kulağa İslamî muhafazakâr geliyor ama durum biraz tersten. Paris’teki başarılı özel okullar çoğunlukla Katolik (a.k.a. özel imam hatip) okullarıymış. Dolayısıyla, göçmen ebeveynler, bu okullarda, çocuklarının hem seküler eğitim alamayacaklarından hem de sahip oldukları farklı kimlikler sebebiyle ayrımcılığa uğramalarından endişe ediyorlar. Bir veli anlatmış, eşi Cezayir kökenliymiş ve oğlunun bunu bilen arkadaşları bir gün çocuğa şöyle sormuş: “İsrail’i mi, Filistin’I mi tutuyorsun?” Avrupa futbol kupasından etkilenen oğlu, neyse ki, futbol takımı soruyorlar sanmış. O zaman geldik mi ortak soruya: “Ben çocuklarımı bu tartışmalardan uzak nasıl büyüteceğim?”
Bitirirken, Fransa’da (modern) eğitim kültürünün, ayrıcalıklı sınıftan olmayanların da okuyup çalışarak sınıf atlayabilme imkânı sunmasıyla övündüğünü belirtmek isterim. Pierre Bourdieu, reproduction sociale (Toplumsal Yeniden Üretim) kavramıyla toplumsal sınıf farklılıklarının eğitim aracılığıyla nasıl yeniden üretildiğini açıklıyordu. Ancak aynı zamanda, eğitimin, bireylere sosyal mobilite imkânı sunarak sınıf atlama fırsatı yarattığını da vurguluyordu. Hiç unutmam, Erasmus değişim programıyla Amiens’e gittiğimde, bize Fransız Medeniyeti öğreten hocamız, Fransa’yı övmelere doyamadığı bir noktada hararetle sözünü noktalamıştı: “Benim babam çiftçiydi, ben öğretmen oldum.”
CAMOC / ICOM Annual Conference, Frankfurt am Main 4 June 2018
(in English)
For a very long time, migration was often represented in museums by displaying suitcases, which can be considered as a romantic representation of migrants: “They pack their little lives” in a suitcase and leave for a foreign country. In many museum displays, suitcases stand for the good old days but also for poverty and for the hope for a better life. Furthermore, instead of presenting migrant groups with a variety of themes, such as their struggles, achievements, and goals, museums preferred to link migration to national history, emphasizing the concept of multiculturalism.
With CAMOC friends at Roman Theater of Lisbon Museum.
Abstract:
Establishing Communities for Sustainability of Archival Materials
Knowledge production can only be achievable via archival materials. Today, as Jussi Parikka conceptualizes, “everybody is a mini archivist.” Our computers, smartphones, e-mail accounts, social media platforms, and also web browsers keep records of our daily activities. By claiming “we are what we collect, we collect what we are”, Elisabeth Kaplan (2000) interrogates the role of archivist in terms of shaping history. As archival record does only happen when individuals and organizations create and use them. In this sense, archiving is neither politically nor culturally neutral. As Randall C. Jimerson (2006) expresses, “[t]he role of the archivist is crucial and powerful.” The essential idea of archiving is intensely engaged with discussions held around memory and history. As a mechanism of repository, archive, is based upon a simultaneous inclusion and exclusion: What to be remembered, and what to be forgotten? From the perspective of Foucauldian discourse analysis, archive determines both the spoken and unspoken. Today, archives started to claim social justice by putting their focus on documenting and protecting the rights to citizens. Hence, the classical approach to archives, as gatekeepers for preserving rare documents, is replaced by collective working within the concept of ‘Living Archive.’ Susan Pell (2015) conceptualizes living archives as learning centers challenging the official narratives. They are often organized as ‘community archives’ concentrating on particular social causes, politic, socio-cultural, ethnical, religious and sexual identities. Indeed, a community transforms an archive into a living space by applying ‘collective history-making.’ Community archives provide free access to information for all, and ask for their involvement in various levels: Material donations, fundraising, staffing, cataloguing, publications, translation, curating exhibitions, film screenings, and public events, etc. In this framework, this study seeks to answer the following question: “How can city museums learn from community archives regarding sustainable public engagement?” The workshop aims to open a floor for discussing how to target various groups regarding diversity in archival materials. Consequently, it is intended to examine the differentiation between decolonizing a museum and diversity in a museum coming along with the question of a city museum for the city, or about the city?
Keywords: Community Archives, Audience Development, Crowd-Cataloguing, Sustainability
Avrupa Birliği ve Türkiye arasında imzalanan mülteci anlaşmasının ardından yükselen ırkçı tartışmalar ve ardından yaşanan saldırılar hep aynı soruyu aklıma getiriyordu: 1960’lardan günümüze, özellikle Avrupa ülkelerine yönelik dış göç politikaları, Türkiye’de ikamete mecbur bırakılan mültecilere dair iç politikaya neden rehberlik edemiyor?Bu soru, mültecileri politikalarına araçsallaştıran siyasetçilere yönelik değil; kendi deneyimlerimden yola çıkarak, sivil toplum örgütlerine ve kültür-sanat kurumlarına yönelikti.
Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin Heritage 2024 Fuarı’ndaki Miras Sohbetleri etkinliğine davet edilmem, marjinalleştirilen toplulukların hafızasının politikasını İstanbul’da, kültür-sanat çalışanlarına erişebileceğim bir ortamda konuşma fırsatı verdi. Bu değerli imkânı bana sundukları için Kadın Eserleri Kütüphanesi’ne yeniden çok teşekkür ederim.
Bu yazıda, göçmen kadınların hafıza projelerinde Almanya ve Türkiye deneyimlerimize dair sohbetimizin ana başlıklarını özetleyecek ve hafızanın (toplumsal cinsiyet ve göçmen) politikasına dair ihtimalleri kısaca değerlendireceğim. Bu amaçla, önce, Federal Almanya Göçmen Kadınlar Birliği (GKB)’nin hafıza kutusunu; sonra, Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin “Ötekinin Hafızası” projesini kısaca tanıtacağım.
Göçmen Kadınların Hafıza Kutusu — Almanya Örneği
Göçmen Kadınlar Birliği-Frankfurt, 2013 yılında, Frankfurt Tarih Müzesi’nin her yıl başka bir semtin hafızasını belgelemek amacıyla yürüttüğü Stadtlabor (Kent Laboratuvarı) katılımcı sergi projesine davet edilir. 2005 yılında Frankfurt’ta kurulan ve bugün 20’den fazla Alman şehrinde örgütlü faaliyet yürüten GKB, dernek mekânlarının da yer aldığı Ginnheim bölgesinin hafızalaştırılmasına hazırladıkları sergi materyalleriyle dahil olurlar. Bu birlikte üretim, 2105 yılına kadar Frankfurt Tarih Müzesi’nde ziyarete açık kalacak “Bibliothek der Generationen” projesine GKB’nin davet edilmesine kapı aralar.
Koordinatörlüğünü ve küratörlüğünü üstlendiğim Göçmen Kadınlar Birliği (GKB)’nin hafıza kutusu, Türkiye’nin farklı coğrafyalarından, farklı etnik ve dini kimliklere sahip ve farklı anadillerle Almanya’ya göç eden kadınların toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve ırkçılığa karşı örgütlü mücadelelerinin, kazanımlarının ve gelecek tahayyüllerinin tarihini içeriyor. Ancak, hafıza projesi için atölye çalışmalarını hazırlarken, katılımcı küratörlük pratikleriyle sözü (kalemi) projenin öznelerine bırakan ve göçmen kadınları homojenleştiren stereotipleri kesişimsel feminist perspektifle eleştiren yeni bir yöntem geliştirdim. Buradaki asıl amacım, hafıza kutusu projesini temel bir tarih yazımı bağlamında kavramsallaştırmaktı: (HER)story.
(HER)story, İngilizce history (tarih) kelimesini “his-story” (erkeğin hikâyesi) olarak değerlendirerek, kadınların tarih yazımında geleneksel olarak dışlanmasını vurgular. Bu kavrama dayanarak, göçmen kadınların hafıza kutusu projesi, kadınların deneyimlerini ve seslerini tarihsel anlatılarda ve toplumsal hafıza çalışmalarında daha görünür kılmayı amaçlamıştır. Ancak, yaptığım araştırmalarda, (HER)story kavramını kullanan farklı projelerin atölye çalışmalarında, genellikle, kolaylaştırıcının veriyi toplayıp yayına, sergiye ya da etkinliklerde sunuma dönüştürdüğünü gözlemledim. Ayrıca, atölye çalışması katılımcılarının deneyimleri çoğunlukla sadece toplumsal cinsiyet perspektifinden değerlendiriliyordu ve bu da kadınların homojenleştirilip sahip oldukları farklı kimliklerden dolayı maruz kaldıkları çoklu ayrımcılık ve şiddet vakalarının görünmez kalmasına neden oluyordu. Bu sebeple, (her)story kavramını, atölye çalışmalarında, katılımcı küratörlük ve kesişimsel feminist pedagojiyi birlikte uygulayarak geliştirdim.
Katılımcı küratörlük, kültürel ve sanatsal üretimlerde toplumun çeşitli kesimlerini, özellikle de marjinalleştirilmiş grupları karar süreçlerine aktif olarak dahil etmeyi ve onların deneyimlerine dayalı olarak yayın, sergi ve etkinlikler düzenlemeyi içeren bir yöntemdir. Hafıza kutusunda yer alan poster, el ilanı, bildiriler, düzenli yayınlanan dergilerin seçili kopyaları ve ses-görüntü dijital kaytılarına ek olarak, küratörlüğüm ve editörlüğüm altında, sıfırdan üretilen arşiv materyalleri de bulunuyor: Hikâye kitabı, koro kitabı, bir yıllık çalışmaların dokümentasyonu ve arkadaşlık kitabı.
Atölye çalışmalarında yürüttüğümüz teorik tartışmalar, yazma denemeleri ve kollektif yorumlarla, bu dört arşiv materyalinde kadınlar, kendi tarihlerinin sadece anlatıcısı değil yazarı da oldular. Katılımcı proje küratörü olarak ben çoğunlukla katılımcılardan gelen talepleri değerlendiriyor, yol gösterici örnek çalışmaları hazırlıyor ve karar süreçlerinde yorumda bulunmayıp sadece sorularını yanıtlıyordum. GKB’nin de kurucu üyelerinden biri olduğu DaMigra’nın (Dachverband der Migrantinnen e.V. —Göçmen Kadınların Çatı Örgütü) sağladığı fonla 2017-2018 yıllarının farklı zamanlarında gerçekleştirdiğimiz atölye çalışmalarının her biri, benim tarafımdan, müzecilik, toplumsal hafıza ve kesişimsel feminist perspektiflerinden planlandı. Örneğin, öykü kitabı, kadınların kendi tarihlerini yazmaları (HER)story; koro kitabı, göç ve somut olmayan kültürel miras ilişkisi; 1 yıllık faaliyetlerin dokümentasyonu, arşivleme ve kürasyon; ve son olarak, arkadaşlık kitabı, göçmen kadınların örgütlü mücadelesi.
Kesişimsel feminizm, ırk, sınıf, toplumsal cinsiyet, cinsel kimlik, yaş, oturum statüsü vb. farklı faktörlerin bireylerin maruz kaldıkları çeşitli ayrımcılık ve şiddet vakalarında ayrı ayrı değil bir arada etkin olduğunu savunur. Bu bağlamda, özellikle marjinalleştirilen topluluklar, aynı anda birden fazla ayrımcılık ve şiddet türüne kalabildiklerini tartışır. Örneğin, cishet bekar bir kadın ile queer – sperm bankasından hamile kalan – bekar bir annenin maruz kalacağı toplumsal baskı aynı olmayacaktır. Biri, henüz evlenmediği için eleştirilebilecekken; diğeri hem evlenmediği hem de bir erkek olmadan anne olduğu için dışlanabilir. Hafıza kutusunda yer alan arşiv materyallerini tartıştığımız atölye çalışmalarında, tektipleştirilen kadınlık ve annelik rollerini hem kesişimsel feminist perspektiften çeşitlendirdik hem de bireysel anlatılarda bu deneyimlerin yarattığı farklılıkların altını çizdik.
1990 yılında kurulan Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı (KEKBMV), Türkiye’de kadınların tarihini ve kadınlara dair bilgi ve belgeleri toplar, saklar ve araştırmacıların erişimine sunar. Kütüphanenin koleksiyonunda yer alan kitaplar, dergiler, kişisel arşivler, mektuplar, fotoğraflar, afişler ve çeşitli dokümanlar, Türkiye’de kadınların sosyal, kültürel, politik ve ekonomik yaşamlarına dair geniş bir perspektif sunar. Kadın Eserleri Kütüphanesi, faaliyetlerini, kadın tarihi, feminist çalışmalar ve toplumsal cinsiyet konularında düzenlenen etkinlikler ve projeler ile İstanbul’un Balat semtinde yürütmektedir. 6 Mart – 6 Nisan 2024 tarihleri arasında, Kadın Eserleri Kütüphanesi, “Kadınların Göç Hafızası” sergisini açtı.
Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı (KEKBMV) tarafından yürütülen ‘Ötekinin Hafızası’ projesi; Türkiye’de yaşayan ve üretimlerini burada yapan, ülkelerindeki savaşlardan, otoriter rejimlerin baskılarından, yoksulluktan veya özgürlüklerinden mahrum edildikleri için kaçarak Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan 5 göçmen kadın sanatçının sanatsal ifade ve kişisel tarihlerinin Kadın Eserleri Kütüphanesi arşivlerine kazandırılmasını hedeflemektedir.
Proje koordinatörü ve sergi küratörü Nilgün Kıvırcık, #Heritageİstanbul2024 Kültürel Miras Sohbetleri’nde, çalışmanın amacını, yürütülmesini ve ziyaretçilerden aldığı tepkileri dinleyicilerle paylaştı. Özellikle, düzenlenen film gösterimleri ve söyleşilere katılımın yüksek olduğunu belirten Kıvırcık, serginin geleneksel medyada da yayıldığını sözlerine ekledi. Benim GKB’nin hafıza kutusundaki deneyimlerimden yola çıkarak merak ettiğim konulardan biri de sergi projesinin bütçesiydi. Kıvırcık, sanatçıların üretimleri için destek aldıklarını ancak geri kalan bütün işlerin gönüllü çalışmalarla tamamlandığını belirtti.
Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin YouTube kanalında erişime açılan sözlü tarih video çalışması, beş göçmen kadın sanatçının hem geldikleri ülkeden ayrılma sebepleri hem de İstanbul’da kurdukları yaşantı ve gelecekten beklentilerine dair doğrudan ipuçları sağlıyor. Her bir göç hikâyesi özneldir; ancak, hiçbiri uluslararası ve yerel göçmen politikalarından bağımsız değildir. Bu bağlamda, bazı kavramların farklı kadınlar tarafından sıklıkla dile getirildiği bu video çalışması, Türkiye’de göçmen kadın olmanın hangi alanlarda nasıl ortaklaştığını anlatıyor: Ev, dil, umut, vazgeçmemek ve daimî yolculuk. Tüm bu farklı ifadeleri tek bir kavram altında toplayacak olursak, sanatçılar, sıklıkla aidiyet duygularından bahsediyor. Ya da ait hissedememe. Çünkü: zorunlu göç, savaşın yıkıntıları altında bırakılan bir geçmiş ve çeşitli siyasi gruplar tarafından “Suriyeliler gidecek!” afişleriyle donatılmış İstanbul sokakları.
Videoda vurgulanan önemli konulardan biri de Türkiye’de her geçen gün artan ırkçılık. Kesişimsel feminist perspektiften bakıldığında, her seçim döneminde yeniden araçsallaştırılan mülteci topluluklarının hepsi bu siyasi söylemlerden aynı şekilde etkilenmiyor. Hırsızlık, taciz gibi suçlarda, failin uyruğuna göre doğrudan hedef gösterilen etnik kimliklere sahip mülteciler, geldiği ülkedeki ekonomik sermayesini Türkiye’de sosyal sermayeye çevirebilen mültecilerden farklı deneyimler yaşıyor. Örmeğin, “geçici koruma” altındaki Suriyeliler ve mülteci statüsüne sahip Ukraynalılar arasında gündelik hayatta maruz kaldıkları ayrımcılık ve şiddet vakaları aynı olmayacaktır. Bunun en temel sebebi de Türkiye’nin mülteci politikaları.
Türkiye, 1951 tarihli Birleşmiş Milletler Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi’ne 1961’de coğrafi kısıtlama ile taraf olmuştur. Yani, Avrupa Konseyi üye ülkeleri dışından gelip Türkiye’ye sığınanlara mülteci statüsü tanınmaz. Ancak, 2014 yılında yapılan düzenlemeyle, mülteci statüsü tanınmayacak olanların “geçici koruma” altında Türkiye’de ikametine izin verilmesi yasalaştırılmıştır. Bunun sebebi, 2016 yılında imzalanan “AB-Türkiye Mülteci Anlaşması” kapsamında Avrupa Birliği ülkeleriyle yapılan yeni ekonomik anlaşmalar olarak yorumlanabilir. Bu anlaşmaların uluslararası insan hakları hukukuna aykırı olduğu kısıtlı bir çevre tarafından tartışılır. Anlaşmaya göre, Türkiye’de “geçici koruma” altında bulunan kişilerin uluslararası sığınma talepleri artık işleme alınmayacaktır. Bu karar, en yalın haliyle, Suriyeli mültecilerin 2016 yılından bu yana ve belirsiz süreliğine Türkiye’de ikamet etmek zorunda kalmalarını ifade eder.
Hukuki korumaya sahip mülteciler ile “geçici koruma” altında her an sınır dışı edilme tehlikesi içinde yaşayanların gündelik hayatta hak aramaları da aynı değildir. COVID-19 salgını sırasında LGBTİ+ mültecilerin sağlık ve hukuk sistemine erişimde yaşadıkları sistematik engeller ve 6 Şubat depremlerinin ardından otobüslere bindirilen mültecilerin Türkiye’de iç göç zorunluluğu bunlardan bazıları. Bunun bir de iş yerinde taciz, ödenmeyen maaşlar, haneye tecavüzler ve evden atılmalar gibi yerel gazetelere bile haber olmayan tekil gündelik vakaları var. Bu çerçevede, sadece “Kadınların Göç Hafızası” sergisinin değil; bütün olarak Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin “Ötekinin Hafızası” projesinin, göç ve toplumsal cinsiyet alanında daha fazla akademik araştırma yapılmasına imkân sağlayacak belgeleme çalışmalarıyla feminist tarihyazımına etkin bir katkıda bulunduğunu düşünüyorum.
Hafızanın (Toplumsal Cinsiyet ve Göçmen) Politikası
Hafıza çalışmalarında sıklıkla belirtildiği üzere: Arşiv politiktir. Başka bir ifadeyle, arşiv, “tarihsel olay” olarak kaydedileni ve kaydedilmeyeni belirler. Dolayısıyla, “tarihi kazananlar yazar” denilir. Feminist bellek çalışmaları, bu ataerkil sömürgeci tarihyazımının karşısına konumlanarak, toplumsal cinsiyet ve göçmen politikalarına bağlı olarak marjinalleştirilen toplulukların mücadelelerini kolektif anlatı içinde görünür kılmayı amaçlar. Böylelikle, iktidarların resmî tarih anlatısının karşısında, doğrusal ve otoriter olmayan bir tarih yazımı imkânı sunar. Göçmen kadınların hafıza projelerinde Almanya ve Türkiye deneyimlerimize dair sohbetimizde, feminist bellek çalışmalarının farklı yöntemlerini ve yaşanan ortak sıkıntılarını kamusal alanda gündeme taşıdık.
İki projeyi, hafızanın (toplumsal cinsiyet ve göçmen) politikası çerçevesinde, birlikte düşündüğümde, katılımcılık ve kesişimsel feminist pedagoji açısından kamusal tartışılmasının önemli olduğunu düşündüğüm konuları kısaca şöyle özetleyebilirim:
Katılımcılar: Göçmen kadınların hafıza kutusu projesine GKB’yle ilişkide olan herkes katılabilirken, “Kadınların Göç Hafızası” sergisinde, belli kriterler gözetilerek, sanatçılar davet edilmiştir. Bu iki farklı temel yaklaşım hem katılımcılara erişim hem de bütçe ve mekân gibi çeşitli sınırlamalar göz önünde bulundurularak belirlenmiştir. Birinde bir örgütün monografik çalışması yapılırken, diğerinde farklı deneyimlerin temsiliyeti sağlanması hedeflenmiştir. GKB’ye katılan kadınların çeşitliliği, anlatıları doğal olarak çeşitlendirirken, “Ötekinin Hafızası” projesinde, sadece belli deneyimlerin temsiliyetini engellemek adına, kapsayıcılık ilkesi uygulanmıştır.
Maddi Kaynaklar: Her iki proje de maddi destek sağlamış olsa da yeterli bütçe oluşturulamadığı için gönüllük esasına dayalı çalışanların emekleriyle tamamlanabilmiştir. Etkinlik günü de belirttiğim gibi, marjinalleştirilen topluluklar kültür-sanat çalışmalarında çoğunlukla bir kota olarak değerlendiriliyor. Sanatsal üretime dahi yetmeyecek bütçeler sunan kurumlar, yıl sonu faaliyet raporlarına toplumsal cinsiyet ve göçmen istatistiklerini olumlu doldurarak aslında kendi gelecek bütçelerini sağlıyorlar ve marjinalleştirilen hayatların metalaştırılması ve projelerin gerçek amacı olan eşitlik ve kapsayıcılık ilkelerinin uygulanmaması görmezden geliniyor.
Küratörlük: İki projedeki yöntem farklılıkları en net şekilde küratörlük çalışmalarında görülüyor. Her iki proje de katılımcılık esasına dayalı olsa da göçmen kadınların hafıza kutusu projesinde, katılımcılar, kendi anlatılarının yazarı olurken; “Kadınların Göç Hafızası” sergisi, sanatçıların sesinin sanatsal üretimleri ve kısa videolar aracılığıyla aktarılmasına aracı oluyor. Bu farklılık, katılımcı küratörlük pratiklerinin farklılaşmasından kaynaklanıyor. Burada, benim hafıza kutusu projesini, bütün halinde, sosyolojik bakışla ele aldığımı ve Nilgün Kıvılcım’ın belgeleme çalışmalarına sanatsal yaklaşımını görüyoruz. Örneğin, teorik tartışmalarda “öteki” dışlanmayı temsil ederken, belgeleme çalışmalarını dikkat çekici kılmak amacıyla proje başlığında kullanılmış.
Arşiv Materyalleri: İki proje arasındaki bir diğer temel fark da arşiv materyalleridir. Göçmen kadınların hafıza kutusu atölye çalışmalarına başladığımızda, ilk kararlaştırdığımız hususlardan biri kişisel objelerin kutuya yerleştirilmeyeceğiydi. Bunun temel sebeplerinden biri, göçün uzun yıllardır bavul ile görselleştirilmesiydi. Çünkü bu “umutlarını bir bavula sığdırdılar ve yeni bir hayata başladılar” metaforu, göçü romantikleştirip göçmenlerin maruz kaldıkları sistematik ayrımcılık ve şiddeti konuşulmaz kılıyor. Benzer şekilde, “anavatandan” getirilen eşyalar ile birlikte yemek ve müzik kültürü de göç edilen ülkede materyalleştirilip çok kültürlülük kavramını tüketim nesnesine dönüştürme riski içeriyor.
Sonuç olarak, Almanya ve Türkiye örneklerinde görüldüğü üzere, feminist bellek çalışmaları marjinalleştirilmiş toplulukların kendi hikâyelerini anlatmalarına ve toplumsal hafızada yer edinmelerine olanak tanır. Bu da toplumsal hafıza çalışmalarında çeşitliliği ve kapsayıcılığı arttırır. Ancak, bu projelerin sürdürülebilirliği ve ana akım toplulukların erişiminin kolaylaştırılması da önemli bir sorundur.
O yüzden, bitirirken, merak etmeden duramıyorum: Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin mekânsal sınırları düşünüldüğünde, beş göçmen kadının sanatsal çalışmalarını kalıcı olarak sergileme imkânı zorlaşmaktadır. Bu bağlamda, “Kadınların Göç Hafızası” sergisinin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) son yıllarda hızla açtığı kültür-sanat mekânlarından birinde kalıcı olarak ziyaretçilere açılması mümkün olamaz mı?
Böylelikle, Frankfurt Tarih Müzesi’nde olduğu gibi hem projenin kalıcılığı hem de görünürlüğünün arttırılması sağlanabilir.
Kadın Eserleri Kütüphanesi’ne hem sohbet davetleri hem de nazik hediyeleri için yeniden çok teşekkürler!
This website uses cookies to improve your experience. We'll assume you're ok with this, but you can opt-out if you wish. Cookie settingsACCEPT
Privacy & Cookies Policy
Privacy Overview
This website uses cookies to improve your experience while you navigate through the website. Out of these cookies, the cookies that are categorized as necessary are stored on your browser as they are as essential for the working of basic functionalities of the website. We also use third-party cookies that help us analyze and understand how you use this website. These cookies will be stored in your browser only with your consent. You also have the option to opt-out of these cookies. But opting out of some of these cookies may have an effect on your browsing experience.
Necessary cookies are absolutely essential for the website to function properly. This category only includes cookies that ensures basic functionalities and security features of the website. These cookies do not store any personal information.