Metropolitan Müzesi’nden kötü haber! // Bad news from the Met!
Metropolitan Müzesi’nden kötü haber! Bilindiği üzere ziyaretçiler müzeye girerken bilet yerine yakaya kolayca iliştirilen düğmelerden alıyorlar. Ya da alıyorlardı demeliyiz. Çünkü Met biletleme politikasını değiştirdi ve artık ziyaretçiler içeriye etiketle girebilecekler. Ah o koleksiyonu yapılamayan yapıştırmalar… Beğenmedim!
Bad news from the Met! As it’s widely know, visitors get buttons in the Met, instead of museum tickets. Indeed we should say, they used to get. Because the Met changed their admission policy and from now on, visitors will be allowed to enter the museum with a sticker. Oh those uncollectible stickers… Dislike!
“the hidden power of NYC’s everyday objects!”
Neyse ki Ji Eon Kang 1997’de bu düğmelerden bir elbise üretmiş ve müze de onu koleksiyonuna almış. Böylece düğmeler sadece hatıralarda yaşamayacak. Hack the Met ekibinin günün anlam ve önemine dair üzüntülerini belirtirken paylaştıkları bu sanat eserini aşağıda görebilirsiniz.
Fortunately, Ji Eon Kang designed a dress inspired by the Met buttons and the museum included this design to their collection. So the buttons are saved from living only in our memories. Hack the Met team shared this art work to express their grief.
“Günlük giriş düğmelerinin paradoxu, belli bir zamanı olmayan sanata sınırlı giriş sağlaması.”
Documentarist 16. İstanbul Belgesel Günleri bu yıl gösterim alanlarını genişleterek CKM’yi (Caddebostan Kültür Merkezi’ni) de programa dahil etmiş. Şansıma, festivalde izlemek isteyeceğim filmler mahalleme geldi. Bu yıl, festival gönüllü ekibine katılıp CKM’de yapılan soru-cevap bölümlerinde moderasyon görevini üstlendiğim için filmlerle ilgili yönetmenlerle doğrudan sohbet etme fırsatım da oldu.
Belgesel filmlere yaklaşımım sosyolojik araştırma okuma hevesimden pek de farklılaşmıyor aslında. Sonuçta, ikisinde de bir dertlenme ve hikâye anlatılıcılığı var. Üniversitede İstanbul Film Festivali’nin (eğer adını yanlış hatırlamıyorsam) Hangi İnsan Hakları? bölümünü takip ettiğimi gören bir arkadaşım alay etmişti: “İnsanlar yabancı filmleri izlemeye gidiyorlar, biliyorsun, değil mi?” İyi de, o filmlerin çoğu ödül alıyordu, sonra da vizyona giriyordu. Oysa o dönem henüz dijital platformlar da olmadığı için çok az gösterim fırsatı yakalayan belgeselleri izlemek benim için daha öncelikliydi. Özellikle de bu konuda yerelci bir tavrım olurdu: Kim bu memlekette neyle dertleniyor ve onu nasıl anlatıyor? Festivallerde peşine düştüğüm asıl soru hep buydu benim. Bu yıl, Documentarist’te yine yerel yapımları izleyerek bu tavrımdan ödün vermediğimi baştan söylemek isterim.
İzlediğim filmleri bu postta kişisel beğenime göre sıraladım ama yıldızlı puan verme gereği duymadım. Sıralamanın gerekçeleri kısa yorumlarımda gizli.
Filmin başında öğrendiğimize göre Mihri’ye dair en yaygın argüman, New York’ta yokluk içinde öldüğü. Üstü kapalı, “başarılı olamamış” bir kadın ressam argümanı. Oysa, özellikle araştırmacı Özlem Gülin Dağoğlu’nun aktardıklarından Mihri’nin gittiği her ülkenin elit sınıfıyla bir bağ kurmayı başardığını öğreniyoruz.
Film, animasyonlar, canlandırmalar ve Mihri’nin yeğeni ressam Hale Asaf’a yazdığı mektup gibi farklı kaynaklarla seyirciye yeni bir sanat tarihi okuması sunuyor. Ancak bu okuma da salt bir gerçeklik sunma iddiasından öte “Kim Mihri” sorusuna yeni sorular ekliyor. Bu açıdan da film, Mihri’nin hayatının belgeselini değil; Mihri üzerine bir belgesel yapmanın hikâyesini anlatıyor daha çok. Belki de bu durum, yönetmen Berna Gençalp’in, soru-cevap bölümünde, filmin Mihri hakkında bulunan her yeni bilgiyle geliştiğini belirtmesiyle de doğrudan orantılıdır. Hatta belki filmin yer yer bende (beklemediğim bir şekilde) sanat tarihi dersine katılmışım hissi uyandırması da bu sebepledir.
Son olarak, “Kim Mihri” belgesel projesinin Türkiye sanat dünyasına en büyük etkisinin 2019 yılında SALT Galata’da açılan “Mihri: Modern Zamanların Göçebe Ressamı” başlıklı sergi olduğunu düşünüyorum. Film hem sergi hazırlıklarını da belgelemesi hem de sergi turuyla final yapması sebebiyle de unut(tur)ulan bir kadın ressamın hayat hikâyesi yerine bir hafıza projesinin dokümentasyonu olarak iz bırakıyor zihnimde. Ki bu da hafıza ve tarih yazımı arasında feminist pedagojiyi yeniden düşünmemiz için değerli bir örnek sunuyor.
Boşlukta
Kentsel dönüşüm projelerine dair yoğunluklu olarak şehrin hafızasını yerle bir olması ve soylulaştırma tartışılırken yönetmen Somnur Vardar, kamerayı, sektörün belki de en az konuşulanlarına, inşaat işçilerine çeviriyor. Filmde, dedeleri ve babaları gibi inşaatlarda duvarcılık yapan “Mardinli atanamamış öğretmen Ferhat ve kuzeni Emrah” hikâyenin odağında dursalar da asıl olarak inşaat işçilerinin çalışma ve barınma gibi temel hayat koşulları yakın plandan belgeleniyor.
Ödenmeyen ücretlerin, yorgunluktan haftalarca haberleşilemeyen ailelerin ve hayallerin konuşulduğu sohbetleri inşaatlar ve işçi barakaları arasında dolaşarak izleyiciye aktaran film, Türkiye’nin toplumsal yapılaşmasını da doğrudan gösteriyor: Soru-cevap bölümünde yönetmenin aktardığına göre Ferhat, yıllardır inşaatlarda çalışırken Kürt olmayan kimseyle karşılaşmamış.
Filmin toplumsal cinsiyet açısından en vurucu noktalarından biri de inşaat işçileri sendikasında yer alanlar dışında hiçbir sahnede kadın olmaması. Bu bağlamda, film, inşaat sektöründe kadınların beyaz yakalı işlerde çalıştıklarını ve sahanın erkek egemenliğini açıkça dile getirmeden aktarıyor.
Öte yandan, filmde tartışmalarını sıklıkla duyduğumuz ve Ferhat’ın da hayali olan Cezayir’e gidip çalışmak, inşaat sektörünün en bilinmeyen noktalarından biri olabilir. Bu tartışmalar hem Batı’ya doğru göçün inşaat işçileri için tersine hareketini hem de Cezayir’deki ücretlerin Türkiye’de bir iş kurmak için sermayeye dönüştürülmesi arzusuyla işçilerin inşaat sektöründen kurtuluş planını gösteriyor.
Böylelikle, Boşlukta, kentsel dönüşüm projelerinin en temel yapı taşı inşaat işçilerine odaklanarak kentsel planlamanın görünmeyen ya da başka bir ifadeyle görmezden gelinen işçilerin çalışma ve yaşam koşullarının değerli bir belgelemesini sunuyor.
Kavur
Filmin tanıtım metninde, “Genç bir kadın, yönetmen Ömer Kavur’un filmlerindekine benzer bir yolculuğa çıkarsa tüm sıkıntılarının çözüleceğine inanır” cümlesini okuduğumda biraz şüpheyle yaklaştığım Kavur, yalnızlıkla ya da daha doğru ifadesiyle aidiyetsizlikle dertlenenlere sesleniyor. Filmde, yönetmen Fırat Özeler’in Ömer Kavur’un filmlerinden, röportajlarından ve hakkındaki yazılardan yola çıkarak hazırladığı metnin ana hattında ve çok az yer verilen röportajlarla, salt film yapma arzusunun beraberinde getirdiği bir yaşam irdeleniyor.
Bende “bir köşeye çekilip altını çize çize ve üstüne düşüne düşüne yeniden okuma” arzusu uyandıran metne yön veren görsel dil ve kurgu da aidiyet(sizlik) arayışını ve bu uğurda yapılan yolculuğu tüm olağanlıyla aktarıyordu. Heyecan, endişe, korku, yılgınlık, belki de boşvermişlik… Filmi izlerken arşiv ya da buluntu görsel olduğunu düşündüğüm mekânların, belgesel için özel olarak araştırılıp bulunduğunu ve filmde kullanılan görsellerin %80’inin de orijinal görüntü olduğunu soru-cevap bölümünde öğreniyoruz.
Filmin başka gösterimlerinde metni seslendirenlerin seçimine dair sert eleştirilerin geldiğini sonradan öğrendiğim Kavur, bence, varoluşla dertlenen az ama belki de öz bir kitleye sesleniyor. Çünkü film bir Ömer Kavur belgeseli sunmak yerine, Ömer Kavur’un hislerinin tahayyülü üzerinden bir hikâye anlatıyor.
Ulysses Çevirmek
“Ayaklı bir Kürtçe sözlük” olarak betimlenen Kawa Nemir’i merkezine alan filmde, Kürtçe’nin Türkiye’de verdiği varolma mücadelesi anlatılırken aslında bir sömürgecilik tarihi de izliyoruz. Bunun en temel göstergesi, Kawa Nemir’in İstanbul, Mardin ve Diyarbakır’da maruz kaldığı kurumsal ve toplumsal baskıların ardından yıllardır üzerinde çalıştığı James Joyce’un Ulysses kitabının Kürtçe çevirisini tamamlamayabilmek için Amsterdam’a iltica etmesi olabilir.
Yönetmenler Aylin Kuryel ve Fırat Yücel’in Kawa Nemir’i Amsterdam’da sık sık ziyaret ettiklerinde yaptıkları sohbetler ile arşiv görüntülerinin birleşiminden oluşan bir anlatı sunan film, soru-cevap bölümünde izleyiciler tarafından da dile getirildiği üzere zaman zaman odak kaybı hissi yaratıyor. Özellikle, Kawa Nemir’in Amsterdam’da mülteci olarak ev bulma sorunuyla yüzleştiği anlatıların net olmaması ya da yönetmenlerin Kawa Nemir olmadan Ulysses buluşmalarına katılmaları filmdeki anlatıyı bana yeniden düşündürttü. Ancak film, her haliyle, bir direniş hareketinin hafızasına değerli bir katkı sunuyor.
Düet
“Senkronize yüzme sporu sayesinde tanışmış iki yakın arkadaş ve düet partneri” Mısra ve Defne’nin 2020 Olimpiyatları’na hazırlanma sürecini mercek altına film, Türkiye’de spora yapılan yatırım ve kadın sporcu olma hallerinin farklı perspektiflerini tartışmaya açıyor. Mısra ve Defne’nin antremanlar ve yarışlarda kendilerinin çektikleri ve arşiv görüntülerinin birleşiminde yapılan kurguyla sadece iki genç kadının sporcunun hayatını ve sportif mücadelelerini değil, Türkiye’de spor dünyasının toplumsal cinsiyet ayrımcılığını da belgeliyor.
Yönetmenler İdil Akkuş ve Ekin İlkbağ, soru-cevap bölümünde, filmdeki dilin baştan düşünülmediğini; Mısra ve Defne’nin yüzme sporu ve kadınlık haliyle zaman içinde yaşadıkları değişim ve dönüşümün böyle bir anlatıyı ortaya çıkardığını belirtti. Bunun bir kurmaca değil organik olduğu da zaten filmin içinde anlaşılıyor. Film, böylelikle, kurduğu görsel dilin sadeliği içinde güçlü bir anlatıyla Türkiye’de kadın hareketini vurucu bir şekilde belgeliyor.
***
İstanbul Belgesel Günlerini tüm zorluklarına rağmen yıllardır devam ettirdikleri için tüm Documentarist programlama ve gönüllü ekibine mille mercis!
Devlet ve vatandaş arasındaki kurumsal ilişkilerin en görünür olduğu mekânlar kentlerdir. Kentlerdeki her dönüşüm devletle vatandaş arasındaki ilişkilerin de değişmekte olduğunun göstergesidir.
Kentsel dönüşüm projelerinin, özellikle Gezi Parkı mücadelesinden sonra daha da hararetli tartışıldığı bu günlerde itinayla okunması gereken İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali, Ayşe Çavdar ve Pelin Tan tarafından derlenen bir kitap. Dünyanın pek çok farklı kentinde yaşanan bu değişim süreçleri son yıllarda vatandaşlık, mülkiyet ve sosyal haklar gibi egemenlik eksenindeki araştırmalarla yürütülürken, temel eksenin istisna kavramına yapılan gönderme olduğunu belirten Çavdar ve Tan, İstanbul’un karmaşık tarihsel ve toplumsal geçmişini yine bu istisna kavramı üzerinden tartışmaya açıyorlar.
Bu kitap öteden beri ‘müstesna’ bir şehir olarak tarif edilen İstanbul’da istisna halinin hangi süreçler çerçevesinde şekillendiğini, bir başka deyişle devlet-vatandaş ilişkilerindeki değişimin dinamiklerine ve bu dinamiklerin vatandaş-vatandaş ilişkilerine nasıl yansıdığını tartışmak üzere kurgulandı.
İstisna kavramı, Carl Schmidtt’in Siyasi İlahiyat kitabında karşımıza çıkar. Schmidtt, egemenlik kavramını tartıştığı bu kitapta Nazi döneminin toplama kamplarının olağanüstü hâl durumunu inceler. Schmiddt’e göre, ”egemen, olağanüstü hâle karar verendir.” Kutsal İnsan kitabında Agamben, istisnai hali yeniden sorgular ve ona göre:
Egemen, coğrafya üzerinde kendi meşruiyetine dayanarak tanımladığı herhangi bir istisna durumunu kontrol ederek ya da yine herhangi bir gerekçeyle -bunu yaparken insanlık suçu bile işliyor olabilir- bir istisna hali yaratarak kendini yeniler. Böylesi bir durumda istisna hali bu tanımlanmış dışlama alanında vücut bulur, somutlaşır.
Dokuz makalenin yer aldığı kitapta İstanbul’daki kentsel dönüşüm hukuksal ve siyasal düzenlemeler, toplumsal değişim, ekonomik etkenler, kentle kurulan bireysel ilişkide ortaya çıkan yeni etmenler vb. kapsayacak şekilde kent hakkı kavramı üzerinden tartışılıyor.
Tayfun Kahraman, mevcut hukuksal düzenlemelerin hangi kesimlere ayrıcalıklı imar hakları ve kentsel rant sağladığını sorduğu makalesinde, devletin düzenleyici rolünü bir tarafa bırakıp, seçkinleştirici bir işlev üstlendiğini belirtiyor.
Kent mekânını düzenleyen kanunların hazırlanma biçimi, yöntemi ve içeriğinin de gösterdiği üzere bu yeni dönemde devletin meşruiyeti, değer yaratma potansiyeli ile ölçülüyor. Kente dair hukuksal düzenlemeler de alt gelir gruplarını kent merkezlerinden çeperlere doğru iterek, merkezde değer yaratmayı hedefliyor.
Son Bir Hatıra, Sulukule – Najla Osseiran
“İnşaat sektörünün efendisi” olarak tanımladığı TOKİ’nin gücünü ve gücünün kaynağını tartıştığı yazısında Jean-François Perouse, TOKİ’nin varlığının yanlış anlamalar üzerine kurulu olduğunu söylüyor: “TOKİ tarafından ‘sosyal konut’ adı altında sunulan emlak ürünlerinin alıcıları, aslında bu konutlara muhtaç olanlar değil.” TOKİ’nin satış fiyatı, taksitlendirme seçenekleri ve evlerin mimari özelliklerini değerlendiren Perouse’a göre, “rakamları göz önünde bulundurarak aylık taksidi, asgari ücreti aşan bir konutu ‘sosyal konut’ diye adlandıran bir kurumun, sürekli vurguladığı konut sorununa ‘gerçeküstücü’ bir yaklaşım geliştirdiğini söyleyebiliriz.”
Sırf ‘mülk sahipliği’ statüsüne erişime odaklanarak TOKİ, başka ülkelerde yaygın olan sosyal konut politikalarının önemli bir boyutunu reddetmiş oluyor. Bu boyut, piyasadan arındırılmış, kanun tarafından yardım edilen/desteklenen kiralık konut sektörüdür.
Prestij konut anlayışının kentsel nüfusa olan etkisini değerlendiren Alev Erkilet, kapalı yerleşmelerin (gated communities) birleştirici ve bütünleştirici rolünü yerine getiremediğini, tam tersine, dışlayıcı bir kent kimliği yarattığını vurguluyor.
Kapalı yerleşmeler, prestij konut alanları, adı ne olursa olsun toplumsal dışlama esasında işleyen her türlü yerleşme biçimi, mahalle olgusunun sağladığı dayanışma, koruma, gözetme imkânlarıyla mukayese edilemeyecek oradan zayıf kalır. Dahası kentsel ayrışma, yol açtığı çatışma potansiyelleri nedeniyle pek çok toplumsal tehlikeyi de beraberinde getirir.
Şehrin merkezinden uzakta, güvenlikli sitelerdeki orta sınıf ev halini bizzat o sitelerden birinde yaşayarak deneyimleyen Ayşe Çavdar, site sakinlerinin bu tür konutları tercih etmelerinin sebeplerini araştırıyor. Komşularla yaptığı görüşmelerde farklı gerekçeler dile getirilse de ortak kanı, şehrin kalabalıklığında hissedilen korku. Çavdar, güvenlikli sitelerde hızla kurulamayan ilişkilerin site sakinlerinde güvensizlik duygusu yarattığını ve bu durumun da bu tür sitelere taşınmadaki beklentilerin tam tersinin ortaya çıkmasına neden olduğunu belirtiyor.
2000 aile için yapılmış, şehirdeki apartmanlarla karşılaştırıldığı zaman lüks gibi görünse de aslında bahçe duvarları ve sıkı sıkıya kurallarla şekillendirilmiş peyzaj düzenlemesi dışında pek de büyük bir farklılık vaad etmeyen bir siteyi hayal etmeye çalışın. Bu devasa alan ve değil sitedeki, bloktaki herkesle tanışmanın imkânsızlığı kaçınılmaz bir içe kapanmayı, içe kapanmaysa şehirdekine hiç de benzemeyen, güvenilecek kimsenin olmadığı devasa, kimliksiz bir alanda tek başınalıktan doğan yeni bir korkuyu beraberinde getiriyor.
Sulukule Platformu üyeleri Sulukule’nin adını değiştirebilecekler mi? (2007-2013) diye sorarak, bu dönüşüm süreçlerini aktarıyor. Platform’un yatay, açık ve pozitif eylemliliği benimseyen yapısını ve yıkımdan sonra da toplulukla ilişkileri sürdürerek yürüttüğü dönüştürücü, destekleyici faaliyetlerini tartışmaya açıyor. “Bir kentsel mücadeleyi başarılı ya da başarısız kılan nedir?” sorusunu hem kendine, hem izleyenlere soruyor.” – Aslı Kıyak İngin, Sulukule Günlüğü
Aslı Kıyak İngin ve Tolga İslam, Sulukule Yenileme Projesi üzerinden devletin kentsel dönüşümü nasıl meşrulaştırdığını ve bu meşrulaştırmanın kent halkı tarafından kabul görmesi için nasıl stratejiler geliştirdiğini tartışıyor.
Yerel yönetimlerin kentsel dönüşüm projelerini meşrulaştırmak için kullandıkları stratejilerden biri, uygulama yaptıkları mahallelerin enformel karakterini vurgulamak ve yenilemeyi enformelite ile ilgili problemleri çözmek için bir reçete olarak sunmak. Bu yöntemin örneklerinden biri olan Sulukule Yenileme Projesi, mevcut topluluğu ve tarihi kent dokusunu yok ederek, buradaki arsa değerlerini arttıran ve spekülasyon yaratan bir araca dönüştü. Projenin uygulamasındaki üç yeni politik ve yasal araç önemli rol oynadı: Daha büyük ölçekli dönüşümleri mümkün kılan yeni yetkiler, yeni kamulaştırma yetkileri ve finans modelleri.
J. Rancière’in görünürlük biçimleri olarak adlandırdığı olgu açısından, politik alana etki eden sanatsal temsillerin, başka bir ifadeyle kentsel dönüşüme karşı çıkan sanatsal eylemlerin, yerelin çokkültürlülüğünü nasıl yayacağını inceleyen Pelin Tan’a göre, ”yerellikler için tekil bir temsiliyet biçimi bulmak olanaksızdır.”
Sanatçıların ve mahalle sakinlerinin, süregelen kentsel dönüşüm veya kentsel özelleştirme sürecine müdahale edebilmek için belirli meselelere odaklanmalarına izin veren, farklı alanlardan pratikler için bir çevre, bir platform yaratmak, sadece sanatsal pratiklerin yayılımını sağlamak için değil, kolektif sorumlulukla eyleme geçmek adına da etkili bir yol. Sanat projeleri, alternatif platformlar ve karşı-kültürel mekânlar yaratarak, eylemler ve bunlarla ilişkili direniş söylemlerini de mekânsal politikaların eşliğinde üretebilirler.
Kentsel dönüşüm projelerine nasıl karşı durulacağının, herkesi içine alacak ortak muhalefet dilinin nasıl ortaya çıkması gerektiğinin tartışıldığı söyleşide Erbay Yücak, problemin birey-kent arasındaki ilişkide bulunduğunu belirtiyor: ”Kentle kurduğum ilişkide bütün bunların yararlanıcısı değilsem, senin değer olarak gördüğün şeyi de değer olarak saymam.”
Birileri çıkıyor, 15 milyon için bir şey söylüyor ama ardında 200 kişi toplanıyor sadece. Böyle üretilen her pratik muktedir olana da ‘senin söylediğin doğru olsa diğerleri de sahip çıkar’ gibi güçlü bir argüman sağlıyor. Bu 200 kişi ise iki şey yapmış oluyor: Kendi farkındalığıyla tepkisini ifade etmiş oluyor. Bir de medyanın buna yer verebildiği oranda ötekine ulaştığını zannediyor. Burada esaslı bir sorun var. O kavram ya da bu kavram. Eğer bütünden bakacaksak, bir defa 15 milyonun bütünü algılamasını sağlayacak bir yol yürümedikçe, onun gıyabında ve ona rağmen konuşuyor olacağız.
Gezi Parkı mücadelesi sadece İstanbulluların değil, tüm Türkiye’nin kentsel dönüşüme hayır dediği bir direniş. Bugün nükleer santraller, çöp toplama alanları, sit alanlarının yerleşime açılması vb. ile Türkiye’nin birçok farklı kentinde de aynı sorunların var olduğunu biliyoruz. Ayşe Çavdar ve Pelin Tan tarafından hazırlanan İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali kitabı, bir yandan, bugün tartışmakta olduğumuz tüm bu kentsel dönüşüm sürecini anlamamıza yardımcı oluyor, bir yandan da bununla nasıl mücadele etmemiz gerektiğine dair farklı görüşleri, yöntemleri ve tartışma biçimlerini içeriyor.
Beyoğlu Belediyesi tarafından hazırlanan Tarlabaşı Kentsel Dönüşüm videosunda mahallenin geçmişteki ihtişamının günümüzde kaybolduğu ve bu proje ile birlikte mahallenin güzelleştirileceği anlatılıyor. Başka bir ifadeyle, burada yaşayan halk, bu halkın sahip olduğu öznel kültür ve yaşam biçimleri yok edilerek mahalle “yenileniyor”.
Kentsel dönüşüm projelerine biraz daha detaylı incelemek için, Türkiye’deki sermaye ilişkilerini üç farklı harita ile anlatmayı amaçlayan Mülksüzleştirme Ağları‘na da bakabilirsiniz. Burak Arıkan’ın önderliğinde yürütülen atölye çalışmalarının sonunda ortaya çıkarılan bu haritalar aracılığıyla, kentsel dönüşüm projelerini gerçekleştiren firmaları ve bu firmaların diğer projelerini inceleyerek nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu görebilirsiniz.
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı açıklandığında, AKP’nin ilk dönemlerinde yapılan ateşli tartışmalardan biri düştü aklıma istemsizce:Mahalle baskısı. Ruşen Çakır, 2007’de, Religion, Society and Modernity in Turkey adlı kitabı üzerine sosyolog Şerif Mardin’le bir röportaj yapmıştı. Şerif Mardin, AKP politikalarını değerlendirdiği bu röportajda, mahalle baskısı kavramından ilk kez bahsettiğinde ortalık ayağa kalkmıştı.
Bu sosyolojik kavram, yaygın olarak, laikliğin önünde bir tehdit olarak algılanmış ve buradaki tartışmalarda “yetmez ama evetçiler” olarak adlandırılan politika eleştirilerin hedefi olmuştu. Çok az bir kesimse kavramın geliştirilmesi gerektiğini ve bu haliyle doğru anlaşılmadığını savunuyordu. (Tahminlerim olmasına rağmen) kimle konuşuyorduk tam hatırlamıyorum, sosyoloji hocalarımdan biri, Şerif Mardin’in mahalle baskısı kavramıyla ‘AKP’nin ileride yaşayabileceği toplumsal baskıyı’ işaret etmeye çalıştığını anlatmıştı o dönem.
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını duyduğumda, “o zaman, bu zamanmış” diye düşündüm.
Tartışmalar neydi diye geriye dönüp okumak istediğimde Ruşen Çakır’ın hazırladığı kitaplakarşılaştım. Röportajın orijinali ve o dönemin köşe yazılarının derlemesinden oluşan kitabı 2021 baharında okurken Walter Benjamin’i andım: Angelus Novus – gelecekten gelen ve bugünü anlamak için geçmişi kavramsallaştırmaya çalışan “tarih meleği.”
Paul Klee | Angelus Novus
“Klee’nin ‘Angelus Novus’ adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üstüste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket.”
Şerif Mardin’in röportajını 20 yıllık AKP politikalarının yaşanmışlığıyla okuduğumda, o enkazın altında, önemli bir sosyolojik uyarıyı toplumsal olarak nasıl ıskaladığımızı gördüm.
Benim yorumladığım kadarıyla, Şerif Mardin, “iyi güzel siz İslami hayatı kentte böyle modern yaşıyorsunuz da bu işin bir de Anadolu tarafı var; onları bu sürece nasıl dahil edeceksiniz ya da eğer edemezseniz de Anadolu’nun bu mahalle baskısıyla nasıl baş edeceksiniz?” demiş. Bu kendi dilimde ifade ediş, akabinde, bana şu soruları düşündürttü: Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı ile küresel yükselen anti-gender (toplumsal cinsiyet karşıtlığı) hareketleri birbirlerinden nasıl etkileniyor? 2011’den 2021’e hem ulusal hem de ulusötesi AKP politikaları nasıl değişti? Özetle, son 10 yılda tam olarak ne oldu da Türkiye sözleşmeyi ilk imzalayandan sözleşmeden ilk çekilen ülke konumuna döndü? Mercator-IPC araştırma projemde bu soruların peşine düştüm aslında. Ancak bu yazıyı o araştırma projem için yazmıyorum. Burada mevzu, Kızıl Goncalar – televizyon dizisi.
Köşeleri sivriltilerek tek tipleştirilmiş laik ve muhafazakâr karakterleriyle Kızılcık Şerbeti’nin yarattığı gündem (reyting diyelim) ortadayken, aynı yapımcı yeni bir dizi sürdü piyasaya – bu sefer de biraz Kemalistleri ve tarikatları karikatürize etmez miydik? Bilemedik. RTÜK, gelen şikayetler üzerine, (şimdilik) 2 haftalık yayın durdurma cezası verdi. Ben yine Şerif Mardin’i, Türkiye’yi İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına götüren süreçte tarikatların etkinliğini ve 2023 genel seçimlerinde sıkça gündeme gelen devletin tarikatlaşmasını hatırladım. Kızıl Goncalar dizisine ve yarattığı toplumsal tepkiye baktığımda gördüğümü yazmak yerine, bu sefer, iki video bırakıyorum ilgilisine.
İzlerken, Marx’ı, Das Kapital’i ve şu sözünü birlikte düşünmeli insan: “Din, toplumların afyonudur.”
Gazeteci İsmail Arı’nın yolu, Kızılay üzerine araştırma yürütürken, Menzil tarikatıyla kesişmiş. İncelediği belgelerde, Kızılay’ın satın aldığı ürünlerin Menzil tarikatına ait şirketler olduğunu gördüğünde, önce, tarikatın sağlık sektöründeki yapılanmasının izini sürmüş. 2012’de hükümet yetkililerinin katılımıyla gerçekleştirilen EMSEY HOSPITAL açılışının ikonik bir görsel olduğunu belirten Arı, özellikle Menzil tarikatında üst düzey bir yöneticinin tanıklığıyla, bu toplumsal (siyasi) ilişkilerin peşine düşmüş. Menzil’in Kasası isimli kitabının tanıtımı için verdiği bu röportaj, bir anlamda, Kızıl Goncalar dizisinde portresi çizilen tarikat yapısının günümüz koşullarındaki arka planını sunuyor.
“Adına hizmet diyorlar. (…) Ne yapacaksın? Ücretsiz orada [Menzil köyünde] faaliyette bulunacaksın. Belki on gün yolları süpüreceksin. Belki bir hafta mutfakta temizlik yapacaksın. İnşaat işi varsa inşaatta çalışacaksın. Hatta cemaat mensupları, yıllık iznini kullanıp oraya bu hizmet adı altında gidenler var. Yılda [bir insanın] izni 21 gün; o 21 günü orada hizmet adı altında çalışmak için harcıyor ve sonra geri dönüyor. Hatta deniyor ki polisler, askerler dahi yıllık izinlerini bir kısmını hizmet adı altında orada geçiriyorlar. [Kaynağımıza göre] cemaati yöneten şeyhlerin korumalarının da bu şekilde oluştuğu. En başta söyledim, uzman çavuş, astsubay arasında çok örgütlüler diye. Örneğin, İstanbul’daki bir polis memuru 15 gün izne ayrılıyor ve oraya gittiğinde hizmeti de Menzil’in şeyhlerine korumalık yapmak. 15 gün onun izni bitiyor döneceği zaman bir Jandarma uzman çavuş gidiyor. Belinde zaten taşıyabildiği, mesleğinin gereği silahı var, yıllık izninde şeyhin korumalığını yapıyor ve bu döngü sürekli devam ediyor.”
İsmAİL ARI
2: Mustafa Öztürk, Kızıl Goncalar Kimden Yana?
İlahiyatçı akademisyen Mustafa Öztürk, doğrudan tekke ve tarikatların tarihi dönüşümü üzerine bilgiler sunarken, Kızıl Goncalar dizisinin, aslında, dile getirdiği konular çerçevesinde (gizli) siyasi bir mesaj (amaç) içerdiğini iddia ediyor. O da şu: Bu ülkede kutuplaşma son bulacaksa, bu, ancak muhafazakârların şefkati, hoşgörüsü ve merhametiyle olacak. Başka bir ifadeyle, Öztürk, dizinin eleştiri perdesi arkasında belli bir yaşam biçiminin propagandasını yaptığını savunuyor. Bu tersten teorisininnin doğrulandığını ya da yanlışlandığını göreceğiz.
“Dizinin bir derinliği var, o diziyi kurgulayan zihniyetin de bir derinliği var… Zeynep, Meryem, mazlumlar… Hele hele bir de Birgül Hanım var ki… Diğer taraf mutant yani… Ve onlar öyle güzel yürekliler ki taş kesilmiş kalpleri bile yumuşatıyorlar… Gene puan kimin hanesine yazılıyor hocam? Gene muhafazakârlara… Eğer bu dizi şak diye kesilirse benim bütün teorilerim çöker.”
#PokemonGo çılgınlığına dair Holocaust Müzesi‘nin “burada oynamak gayet uygunsuzdur”ifadesinden beri bu konuya müzeler nasıl yaklaşıyorlar merak ediyorum. Museum Hack‘te, Blaire Moskowitz’in imzasıyla yayınlanan “Müzelerde Pokemon Go: Hepsini ziyaret etmem gerek” başlıklı yazıda oyunun peşinde ilk defa müzeye gidenlerden tutun da müzenin ani ziyaretçi kalabalığına şaşıran küratörlere kadar olayın farklı açıları aktarılmış.
İtiraf etmeliyim, ben de bir an, bu bir iletişim malzemesi olarak nasıl kullanılabilir?, diye düşündüm. Bir oyunun peşinde müzeye gelip sonra da sanat eserlerinin büyüsüne kapılmaları mümkün mü ziyaretçilerin? Sonra başka bir soru düştü zihnime, bu oyuncuları ziyaretçi olarak adlandırmalı mıyız gerçekten? Yoksa, biz bi’ pokemon bakıp çıkıcaz, grubu mu açmalıyız yerli, yabancı ziyaretçi gruplarının yanına? Tam da bu sırada Hyperallergic‘te yayımlanan “PokemonGo oyuncuları müzelere akın ediyor, Pikatchu ararken Picasso’yu geçiyor” başlıklı yazıyı gördüm. Belli ki bu sorularla boğuşurken yalnız değilim.
Who knows if Pokémon Go will really result in visitors’ increased interest in or engagement with art or historic objects, but here’s hoping that players with their eyes on their devices don’t accidentally back into a work of art and become our next target of shaming.
Arkadaşlarım arasında oynayanlar olduğunu biliyorum. Bana ısrarla bu oyunun onlara hareket sağladığını anlatmaya çalışıyorlar. Bense hareket ederken neden cep telefonumla oynamam gerektiğini anlamıyorum. Sanırım kişisel sorunum sürekli cep telefonuyla yaşamakta.
Türkiye’de durum nasıl diye merak ettiğim için dün sabah Twitter’da fikir sordum:
#PokemonGO oynarken müzeleri ziyaret eden var mı aramızda? deneyimleri, tepkileri ve yorumları merak ediyorum. #EldenEleUzatalımLütfen
— Elif Çiğdem Artan (@elifcigdemartan) July 13, 2016
Henüz bir yanıt alamamışken Pera Müzesi’nin Instagram paylaşımını gördüm. Türkiye’nin ilk müzeci Pokemonu sahneye çıkmıştı:
A photo posted by Pera Müzesi | Museum (@peramuzesi) on
Takipçilerin arasında bu duruma çok sevinen de var, off siz de mi, diye tepki gösteren de.
Görsele bakınca şu geldi aklıma; peki, eserlerin telif hakları? Malum, bazı müzelerde hiçbir yerde bazı müzelerdeyse sergisine göre fotoğraf çekmek yasak. Holocaust Müzesi’nin tepkisinde de oyun konseptiyle mekânın kimliğinin birbirine uymaması yatıyor zaten. Bütün bunlar bir araya gelince müzeler açısından durum nasıl şekil alacak merakla bekliyorum. Sergi mekânında ziyaretçileri rahatsız ettiği için yasaklanan selfie çubuklarının yarattığı tartışma gibi, bu durumun da müze izleyicileri arasında bölünmelere neden olacağını düşünüyorum.
Not:Oyun kültürüne çok uzak olduğumdan olayı tam kavrayabilmek için Bigumigu’daki yazıyı okudum. PokemonGo ne, diyorsanız buradanulaşabilirsiniz.
MuseumNext, teknoloji ve yenilik alanında düzenlediği konferanslarla son yıllarda öne çıkan bir müzecilik buluşması. 18-20 Haziran tarihleri arasında Newcastle’da 6.sı düzenlenen konferansın konuşmacıları arasında dünyanın birçok ”lider” müze kurumunun yöneticileri yer alıyor. Ziyaretçilere interaktif deneyimler sunulan projelerin ve deneyimlerin paylaşıldığı bu konferanslar, yeni müzecilik anlayışı ekseninde geliştirilen uygulamaları tanımak açısından bir fırsat.
”İnanıyoruz ki teknoloji müze izleyicisinin beklentilerini değiştiriyor. Artık bilginin onlara sadece yayınlanmasını istemiyorlar; onlar da yaratmak, geliştirmek ve üretimde işbirlikçi olmak istiyorlar. Etkinliklerimiz aracılığıyla yeni düşünceleri destekliyor ve ”sırada ne var?” sorusunu tartışmak üzere platform oluşturuyoruz.” (MuseumNext.org)
Yenilikçi müze projelerini teşvik etmeye devam eden MuseumNext bu yıl programa yeni bir bölüm ekledi: MuseumNext Awards. Newcastle’da açıklanacak ödülü hangi uygulamanın kazanacağını merakla bekliyorum.
Bu yıl yakaladığım Museumnext konferansında gönüllü çalışma fırsatını vize zorunluluğu sebebiyle kaçırdım. Umarım gelecek sefere.
O zamana kadar MuseumNext videolarını Vimeo kanalından izlemeye ve konferansı Twitter’da #MuseumNext etiketiyle takip etmeye devam!
MuseumNext is a distinguished museuology reunion on innovation and technology in museums. The sixth conference will be held in Newcastle, UK between June 18 and 22. MuseumNext gathers together the opinion leader delegates from all around the world. It offers a unique opportunity to discover new interactive applications and projects developed in the context of new museology.
“We believe that technology is changing the expectations of museum audiences, they no longer want to have information just broadcast at them, they want to create, to curate and to co-produce experiences. Through our events we encourage new thinking and create a platform to discuss ‘what next?'” (MuseumNext.org)
MuseumNext continues to support innovative museum projects by adding a new section to the programme: MuseumNext Awards. I’m curious about the award winning project, which will be announced in New Castle.
Because of the visa obligations, I missed the chance to attend to the MuseumNext as a voluntary this year. Fingers crossed for the next time.
Until then let’s keep watching the MuseumNext videos on Vimeoand following the conference on Twitter via #MuseumNext!
This website uses cookies to improve your experience. We'll assume you're ok with this, but you can opt-out if you wish. Cookie settingsACCEPT
Privacy & Cookies Policy
Privacy Overview
This website uses cookies to improve your experience while you navigate through the website. Out of these cookies, the cookies that are categorized as necessary are stored on your browser as they are as essential for the working of basic functionalities of the website. We also use third-party cookies that help us analyze and understand how you use this website. These cookies will be stored in your browser only with your consent. You also have the option to opt-out of these cookies. But opting out of some of these cookies may have an effect on your browsing experience.
Necessary cookies are absolutely essential for the website to function properly. This category only includes cookies that ensures basic functionalities and security features of the website. These cookies do not store any personal information.