Punk kültürü “do-it-yourself” (kendin yap) konseptiyle, hauture couture tasarımların “made-to-measure” (ısmarlama yapılmış elbise) konsepti arasında // Between the punk concept of “do-it-yourself” and the couture concept of “made-to-measure.”
Geçtiğimiz yaz, PUNK: Chaos to Couture sergisini (9 Mayıs-14 Ağustos 2013) Metropolitan Müzesi’nde gezme şansım olmuştu ve bir dönemin asi ruhunun müze duvarları içinde kabul görmesini etkileyici bulmuştum. Sergi salonunda görüntü almak yasaktı, ama tabii ki müze detaylı yayınlarıyla bu durumun telafisini sunuyor.
Sergide dönemin ruhu yerleştirmelerle anlatılırken, hauture couture dünyasının bilinen isimlerinin PUNK kültürünü yansıtan moda tasarımlarına yer verilmiş.
Küratör Andrew Bolton, aşağıdaki videoda, serginin ortaya çıkış sürecini ve hedeflerini anlatıyor; Punk kültürü “do-it-yourself” (kendin yap) konseptiyle, hauture couture “made-to-measure” (ısmarlama yapılmış elbise) konsepti arasındaki ilişkiyi tartışıyor.
Last year, I had chance to visit PUNK: Chaos to Couture exhibition (May 9–August 14, 2013) at the Metropolitan Museum and the displayment of the disobedient spirit of an epoch was really stunning. In exhibition halls, taking photo was not allowed, but the museum, through posting diversified photo galleries and videos, recompenses this lack.
The spirit of the epoch was visualized through installations, and well known haute couture designers’s figures are hosted.
Here, curator Andrew Bolton talks us about the exhibition background and discusses the relationship between the punk concept of “do-it-yourself” and the couture concept of “made-to-measure.”
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı açıklandığında, AKP’nin ilk dönemlerinde yapılan ateşli tartışmalardan biri düştü aklıma istemsizce:Mahalle baskısı. Ruşen Çakır, 2007’de, Religion, Society and Modernity in Turkey adlı kitabı üzerine sosyolog Şerif Mardin’le bir röportaj yapmıştı. Şerif Mardin, AKP politikalarını değerlendirdiği bu röportajda, mahalle baskısı kavramından ilk kez bahsettiğinde ortalık ayağa kalkmıştı.
Bu sosyolojik kavram, yaygın olarak, laikliğin önünde bir tehdit olarak algılanmış ve buradaki tartışmalarda “yetmez ama evetçiler” olarak adlandırılan politika eleştirilerin hedefi olmuştu. Çok az bir kesimse kavramın geliştirilmesi gerektiğini ve bu haliyle doğru anlaşılmadığını savunuyordu. (Tahminlerim olmasına rağmen) kimle konuşuyorduk tam hatırlamıyorum, sosyoloji hocalarımdan biri, Şerif Mardin’in mahalle baskısı kavramıyla ‘AKP’nin ileride yaşayabileceği toplumsal baskıyı’ işaret etmeye çalıştığını anlatmıştı o dönem.
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını duyduğumda, “o zaman, bu zamanmış” diye düşündüm.
Tartışmalar neydi diye geriye dönüp okumak istediğimde Ruşen Çakır’ın hazırladığı kitaplakarşılaştım. Röportajın orijinali ve o dönemin köşe yazılarının derlemesinden oluşan kitabı 2021 baharında okurken Walter Benjamin’i andım: Angelus Novus – gelecekten gelen ve bugünü anlamak için geçmişi kavramsallaştırmaya çalışan “tarih meleği.”
Paul Klee | Angelus Novus
“Klee’nin ‘Angelus Novus’ adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üstüste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket.”
Şerif Mardin’in röportajını 20 yıllık AKP politikalarının yaşanmışlığıyla okuduğumda, o enkazın altında, önemli bir sosyolojik uyarıyı toplumsal olarak nasıl ıskaladığımızı gördüm.
Benim yorumladığım kadarıyla, Şerif Mardin, “iyi güzel siz İslami hayatı kentte böyle modern yaşıyorsunuz da bu işin bir de Anadolu tarafı var; onları bu sürece nasıl dahil edeceksiniz ya da eğer edemezseniz de Anadolu’nun bu mahalle baskısıyla nasıl baş edeceksiniz?” demiş. Bu kendi dilimde ifade ediş, akabinde, bana şu soruları düşündürttü: Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı ile küresel yükselen anti-gender (toplumsal cinsiyet karşıtlığı) hareketleri birbirlerinden nasıl etkileniyor? 2011’den 2021’e hem ulusal hem de ulusötesi AKP politikaları nasıl değişti? Özetle, son 10 yılda tam olarak ne oldu da Türkiye sözleşmeyi ilk imzalayandan sözleşmeden ilk çekilen ülke konumuna döndü? Mercator-IPC araştırma projemde bu soruların peşine düştüm aslında. Ancak bu yazıyı o araştırma projem için yazmıyorum. Burada mevzu, Kızıl Goncalar – televizyon dizisi.
Köşeleri sivriltilerek tek tipleştirilmiş laik ve muhafazakâr karakterleriyle Kızılcık Şerbeti’nin yarattığı gündem (reyting diyelim) ortadayken, aynı yapımcı yeni bir dizi sürdü piyasaya – bu sefer de biraz Kemalistleri ve tarikatları karikatürize etmez miydik? Bilemedik. RTÜK, gelen şikayetler üzerine, (şimdilik) 2 haftalık yayın durdurma cezası verdi. Ben yine Şerif Mardin’i, Türkiye’yi İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına götüren süreçte tarikatların etkinliğini ve 2023 genel seçimlerinde sıkça gündeme gelen devletin tarikatlaşmasını hatırladım. Kızıl Goncalar dizisine ve yarattığı toplumsal tepkiye baktığımda gördüğümü yazmak yerine, bu sefer, iki video bırakıyorum ilgilisine.
İzlerken, Marx’ı, Das Kapital’i ve şu sözünü birlikte düşünmeli insan: “Din, toplumların afyonudur.”
Gazeteci İsmail Arı’nın yolu, Kızılay üzerine araştırma yürütürken, Menzil tarikatıyla kesişmiş. İncelediği belgelerde, Kızılay’ın satın aldığı ürünlerin Menzil tarikatına ait şirketler olduğunu gördüğünde, önce, tarikatın sağlık sektöründeki yapılanmasının izini sürmüş. 2012’de hükümet yetkililerinin katılımıyla gerçekleştirilen EMSEY HOSPITAL açılışının ikonik bir görsel olduğunu belirten Arı, özellikle Menzil tarikatında üst düzey bir yöneticinin tanıklığıyla, bu toplumsal (siyasi) ilişkilerin peşine düşmüş. Menzil’in Kasası isimli kitabının tanıtımı için verdiği bu röportaj, bir anlamda, Kızıl Goncalar dizisinde portresi çizilen tarikat yapısının günümüz koşullarındaki arka planını sunuyor.
“Adına hizmet diyorlar. (…) Ne yapacaksın? Ücretsiz orada [Menzil köyünde] faaliyette bulunacaksın. Belki on gün yolları süpüreceksin. Belki bir hafta mutfakta temizlik yapacaksın. İnşaat işi varsa inşaatta çalışacaksın. Hatta cemaat mensupları, yıllık iznini kullanıp oraya bu hizmet adı altında gidenler var. Yılda [bir insanın] izni 21 gün; o 21 günü orada hizmet adı altında çalışmak için harcıyor ve sonra geri dönüyor. Hatta deniyor ki polisler, askerler dahi yıllık izinlerini bir kısmını hizmet adı altında orada geçiriyorlar. [Kaynağımıza göre] cemaati yöneten şeyhlerin korumalarının da bu şekilde oluştuğu. En başta söyledim, uzman çavuş, astsubay arasında çok örgütlüler diye. Örneğin, İstanbul’daki bir polis memuru 15 gün izne ayrılıyor ve oraya gittiğinde hizmeti de Menzil’in şeyhlerine korumalık yapmak. 15 gün onun izni bitiyor döneceği zaman bir Jandarma uzman çavuş gidiyor. Belinde zaten taşıyabildiği, mesleğinin gereği silahı var, yıllık izninde şeyhin korumalığını yapıyor ve bu döngü sürekli devam ediyor.”
İsmAİL ARI
2: Mustafa Öztürk, Kızıl Goncalar Kimden Yana?
İlahiyatçı akademisyen Mustafa Öztürk, doğrudan tekke ve tarikatların tarihi dönüşümü üzerine bilgiler sunarken, Kızıl Goncalar dizisinin, aslında, dile getirdiği konular çerçevesinde (gizli) siyasi bir mesaj (amaç) içerdiğini iddia ediyor. O da şu: Bu ülkede kutuplaşma son bulacaksa, bu, ancak muhafazakârların şefkati, hoşgörüsü ve merhametiyle olacak. Başka bir ifadeyle, Öztürk, dizinin eleştiri perdesi arkasında belli bir yaşam biçiminin propagandasını yaptığını savunuyor. Bu tersten teorisininnin doğrulandığını ya da yanlışlandığını göreceğiz.
“Dizinin bir derinliği var, o diziyi kurgulayan zihniyetin de bir derinliği var… Zeynep, Meryem, mazlumlar… Hele hele bir de Birgül Hanım var ki… Diğer taraf mutant yani… Ve onlar öyle güzel yürekliler ki taş kesilmiş kalpleri bile yumuşatıyorlar… Gene puan kimin hanesine yazılıyor hocam? Gene muhafazakârlara… Eğer bu dizi şak diye kesilirse benim bütün teorilerim çöker.”
Müzede çalışıyorsunuz ve dövmeniz mi var? O zaman Paul Orselli ve Beth Redmond-Jones tarafından geliştirilen müze blogları projesine katılın, dövmenizin fotoğrafını gönderin ve hikayesini anlatın: Museum People’s Tattoos.
“Many museum folks have a love for tattoos—their cultural significance, their artistic quality, their documentation of the natural world, and some, just for their own personal meaning. For years, we have talked about tattoos, the ones we want, the design, the stories behind them, and the artists who create them. So, lets post our tats and our stories!”
Want to share your own story and tattoo? // Kendi hikayenizi ve dövmenizi paylaşmak ister misiniz? Follow the link // Linki takip edin –> Museum People’s Tattoos
I’ll send mines asap! // Ben de en kısa zamanda göndereceğim!
😉
Museum Hack uzun zamandır takip ettiğim bir ekip. Hatta Nisan 2015’te Genç Sanat’a bu konuda bir yazı yazmıştım. (Santa Cruz Sanat ve Tarih Müzesi Direktörü Nina Simon’un yaptığı röportajın yer aldığı yazıyı dileyen buradan okuyabilir.) Hakkında bir sürü video izlediğim, yazı okuduğum bu “hacklemeyi” bugün deneyimledim. Sanat tarihine bir de hiciv tarafından bakan yorumlara gülerek, müzenin koleksiyonu genişletmek için ödediği paraları duyunca gözlerim yuvalarından çıkarak ve rehberimiz Zak’ın uydurduğu “parti için en iyi sanat eseri” oyununa dahil olup büyük ödülü kaparak geçirdiğim bu 2 saat gerçekten bugüne kadar katıldığım en iyi müze turuydu.
Aslında her şey bir gün önce Twitter’da, “hadi yarın gelin, %20 indirim kuponunu kullanın” mesajını görmemle başladı. Şehre geldiğimde sayfalarını ziyaret etmiş, bir tura katılsam mı katılmasam mı diye düşünmüştüm ve bence bu mesaj bir işaretti. Hemen biletimi aldım. Deneyim o satın almadan itibaren başlıyor. (Ya da işte mesleki deformasyondan, bunlara bile dikkat ediyor insan.)
Hemen bir mail geldi ekipten. Ertesi gün nerede, kiminle buluşacağımız ve tur için nelere dikkat etmemiz gerektiği yazıyordu. Gayet normal tabii. Yine de öyle kuru kuru bir biletten daha fazlasını içeren bu samimi mesaj etkileşimin ilk adımı bence. Beni asıl güldürense sabah gelen mesajdı. Artık insanlar ne kadar çok geri mesaj gönderiyorlarsa bu numaraya, “ben robotum” notu yazma gereği hissetmişler.
Müzeye tam zamanında vardım. Ekip söylenilen yerdeydi. Ben şimdi bana bilet numaramı soracaklar falan diye düşünüyordum ki hiç öyle resmi işlemlere girişmedik. Belki de küçük bir grup olduğumuz içindi. Merhaba ben Elif, dedikten ve herkes herkesle tanıştıktan sonra hemen sohbete başladık. Ekibin kurucusu Nick Gray de oradaydı. Buna biraz şaşırdım açıkçası. Ondan biraz CEO tarzı bekliyordum. Ne bileyim, bir ofiste oturuyordur. Genelde bilgisayarda e-posta yanıtlayıp, olanı biteni inceliyordur. Böyle “sahada” görünce ne yapsam bilemedim. Kendini ekibin sosyal medya sorumlusu olarak tanıtınca, içimdeki küçük ve sinsi müzecilik takipçisi, hadi canım!, diye güldü. Hemen tura başladığımız için gidip iki kelime söyleyecek vakit de olmadı. O da sonra başka bir tura katılmak için yanımızdan ayrıldı. Yani gün içinde kaç tura katılıyor, katılıp ne yapıyor, öğrenemedim. Anlatılanları ilk defa duyuyor gibiydi. Öyleydi yani tepkileri. Belki de ilk defa duyuyordu. Kaç rehber ve kaç farklı tur rotası var, bilemiyorum. (Böyle yazdıkça kendimi bu sabah turda casusluk yapmışım gibi hissettim. Ne yazık ki, olayı da çözemedim.)
Ellerimizi tam ortada birleştirip, bir ekip ruhu yaratarak, Museum, diye haykırarak başladık tura. Nerelerden nerelere geldik, hangi galerilerde durduk, eserlerden hangilerinin hikâyelerini dinledik, şu an hiç bir fikrim yok. Tur bitip de müzeden ayrılırken herhangi bir Cem Yılmaz gösterisinden çıkmışım gibi hissettim; dinlerken komikti ama şimdi çıkınca ne anlattı hatırlamıyorum.
Rehberimiz Zak çok eğlenceliydi. Güldürdü bol bol. Şaşırttı sorularıyla. Ben en çok sanat tarihi bilgileri değil de, müzenin bilinmedik hikâyelerini duyduğuma sevindim. Mesela (adını şimdi hatırlamadığım) bir adamın resim koleksiyonunu almak için müze yeni bir bina yapmaya karar veriyor. Adamın şartı bu çünkü. Bir yandan da Central Park’ta daha fazla alan işgal etmeyeceklerine dair söz vermişler. Ne yapacaklarını bilemiyorlar. Sonunda inşaata başlarken galeriye “geçici” diyorlar. Geçici galeri ve çakallıkları yıllardır orada. Müzenin koleksiyonunda olmadığı için peşine düştüğü sanat akımı ve sanatçılar var bir de. Bir tanesini gururla anlattıktan sonra Zak diyor ki, Louvre’da yok mesela bu sanatçının eseri; üzgünüm Louvre, kaybettin dostum! Bunun gibi onlarca hikâye. Birinin eserlerini almışlar ve onları aynen adamın evindeki gibi yerleştirmişler. Karşılıklı duran tablolardan biri İsa, diğeri de Venedik panoramasıydı. Panaroma resme dikkatli bakınca meydanın tam ortasında iki köpeğin çiftleştiğini gösterdi bize Zak. Yanındaki diğer resimlere de baktık ve hepsinde çitleşen köpekler vardı. “Bu odaya baktığınızda bu adam hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordu sonunda Zak. Ne düşünebilir ki insan! (Biliyorum işte, anlatınca tam öyle olmuyor ama dinlerken şahaneydi.)
Turun keyifli yanlarından biri de oyunlardı. İlkinde heykel galerisindeydik. Hepimiz bir heykel seçip onun önünde poz verdik. Daha sonra da bize bu pozların fotoğraflarını hediye ettiler. Juliette ve ben bu pozda acıların kadınıylayız; ben acılı kadınım, o da beni neşelendirmeye çalışıyor. (Aslında, Elif kameraya yüzünü göstermen gerek, diyor.) İkincisinde hollandalı ressamların olduğu salondaydık. Dedi ki Zak, “beni öldürmüşler ve sizce beni kim, neden, nasıl öldürmüştür? Buradaki eserlerden seçin.” Nasıl hikâye uyduramadım belli değil. (Bu kısmı pas geçiyorum o yüzden.) Aslında son oyun en başta açıklanandı; evinizde parti vereceksiniz ve bu müzeden hangi eseri alırdınız? Ödüllü oyun. Tur boyunca etrafımıza bu gözle bakmalı ve gözümüze takılanların fotoğrafını çekmeliydik. Turun sona erdiği Mısır tapınağının önünde parti sırrımızı açıkladık. Gümüş tabakları çekmiştim ben. Parti aksesuvarı olarak. “Bir hipster partisi vereceğim ve bu servis takımıyla da geçmişi çağdaşla buluşturacağım”, dedim. Büyük ödülü kazandım! Met’in maskotu hippopotamus. Beni zombielerden koruyacak ve yaptığım hataları yok edebilecek; çünkü o aynı zamanda bir silgi.
Müze Gazhane tanıtım metinlerinde sıklıkla bahsedildiği üzere İBB İstanbul’a üç yeni müze kazandırdı: Karikatür ve Mizah Müzesi, İklim Müzesi ve Bilim Merkezi. Bu üç yeni müzeye bakıp müze nedir, müze mekânı nasıl planlanır, çağdaş müzecilik hangi prensipleri içermelidir gibi bir dizi soru sorabiliriz. Sergileme ve ikincil etkinlik alanları, kamu programları, yeme-içme hizmetleri sunmak, çağdaş müzecilik tanımını üstlenebilmek için yeterli midir? Bana sorarsanız, değil. Çünkü bence çağdaş müzecilik, hâlâ, daha temel bir yerde hizmet veriyor: Sergiler ve sergilere bağlı yan etkinlikler aracılığıyla bilgi aktarımı. O yüzden aklıma düşüyor: İstediğimiz her yerde müze kurabilir miyiz? Teoride, evet, kim karşı çıkabilir ki? Oysa pratikte, hayır. En basitinden iklimlendirme ve aydınlatmanın planlanması gerekir. Misal, o eserler kaç derece sıcaklıkta sergilenecek, nem oranı nasıl kontrol edilecek ve eserler doğrudan yansıyan ışıklardan nasıl korunacak? Buna bir de ziyaretçi trafiğini ekleyin. İçeride aynı anda kaç kişi olacak ve bu kişilerin mekân kullanımına dair alternatif senaryolar neler? Mesela, bir ziyaretçi: Bir pano önünde ortalama kaç dakika harcayacak, o panoyu aynı anda kaç kişi okuyabilir, o panoyu okumadan yanındaki eserlere baksa hikâye anlatımı bozulur mu, o zaman mekânda aynı anda kaç ziyaretçi ağırlayabilirim? Tabii çocuklu aileler, rehberli turlar, öğrenci grupları vb. özel tanımlanmış ziyaretçi gruplarını da unutmadan.
İklim Müzesi’nin yer aldığı binayı ele alalım. Dar alanda kısa paslaşmalar. İki kişinin yan yana durmasına izin vermeyen koridorları. Büyük panolara uzun metinler hazırlayıp onları resimler, grafikler ya da videolarla bir araya getirmek müze midir? Kim müzeye Google aramasıyla kolayca ulaşabileceği metinleri okumaya gelir? Hele de o metinler basitleştirilmemiş, aksine akademik tonda kaleme alınmışsa? Ya da sıradan bir insanın tek bir okumada aklında tutabileceğinden daha detaylı bilimsel içerik sunulmuşsa? Sergiyi beraber gezdiğimiz bir anne ve iki çocuğu her panoda heyecanlandı, beğenilerini defalarca dile getirdi. Asıl soru, ne öğrendiler? “İklim krizi mühim mesele.” Peki, iklim kriziyle nasıl mücadele edeceğiz? İtiraf etmem gerekirse ben içeride tutunamadım ve serginin sonuna ilerleyemeden yarı yolda ayrıldım. Sebebi basit, o alan o kadar büyük konstrüksiyonlu bir sergileme pratiğine uygun değil. Her panoda uzun uzun metinler. Videolar. Yabancılaştıran bilimsel terimler. Kapıdan çıkarken düşünüyorum: Panolar, İklim Müzesi’nin koleksiyonu mu şimdi?
Türkiye’de uygulama, eğer son 10 yılda değişmediyse, basittir: Müze koleksiyonu bakanlığa kaydedilir. Envanter listeleri hazırlanır. Bakanlık müfettişleri de düzenli olarak envanter listesiyle sergi ve depo kontrolü yapar. Masumiyet Müzesi, müze statüsüne başvurduğunda da sormuş Bakanlık: Koleksiyonun ne? Her vitrinin içinde sayısız obje olduğu ve objeler ancak birlikte düşünüldüğünde bir hikâye anlattıkları için sonunda vitrinleri birer sanat eseri olarak kaydettirmeye karar vermişler. O yüzden, panolar da koleksiyon olarak kaydedilmiş olabilir. (O zaman, onu ayrıca ‘koleksiyon objesi’ çerçevesinde tartışmak gerekir.)
Karikatür ve Mizah Müzesi’nin yer aldığı bina, tek bir katta, dairesel bir sergi anlatımı sunuyor. Yani serginin hikâyesini çizgisel kurmaktan başka bir çare yok. Başka bir ifadeyle, mekân, farklı başlıkları bir arada konuşturmak için küçük alanlar kurmaya müsait değil. Bu sebeple de iç içe geçmiş iki dairesel mekâna kurulmuş sergi. Dış çeperin bir kısmına da geniş bir masa konularak atölye alanı kurgulanmış. Yani bir sergileme bir de etkinlik alanından ibaret bir müze. Büyük camlardan yansıyan güneş ışığı ve doğru planlanamayan aydınlatmayla birlikte.
İki müzeyi yan yana düşündüğümde beni en çok her bir karikatür için basılan flyerlar meraklandırdı. Gerçekten gerek var mıydı? Yani iki adım ötesinde İklim Müzesi varken. Bugün, iklim krizine bağlı olarak, daha az basılı materyal üretmeyi, teknolojinin verdiği ekolojik zararların da bilincinde, içerikleri dijitalde biriktirmeyi tartışırken? Gerek var mıydı derken şunu soruyorum aslında: Sergi alanında yer bulunamayan bir bilgi mi veriliyor ziyaretçiye yoksa sadece ‘hatıra’ olarak mı paylaşılmış? (Çünkü ikisini de ayrı ayrı tartışmak gerekir.)
Geniş mekânda aralıklı yerleştirilen yönlendirme ve bilgilendirme panolarında müze binalarının tarihçesi de verilmek istenmiş, ama nasıl? Ziyaretçilerin mimar ya da kimyager, tercihen ikisi birden olması beklenerek.
“İkinci kısım ise betonarme ayaklarla taşınan bir platform üzerinde yer alan süzücü silolardan, boru sistemi ve raylardan oluşmaktadır.”
Müze Gazhane – Bilgi Panosu
Süzücü silolar? Ne yapacak ziyaretçi, bu metni okuduktan sonra olay yerini incelemeye binaya gidip metni deşifre mi edecek? Metnin yanına bir çizim koymak ve çizim üzerinde terimleri açıklamak bu kadar zor mu?
Kanal İstanbul merkezi ve yerel idare arasında yoğun bir iktidar mücadelesiyken, Müze Gazhane bu konuya da İstanbul Planlama Ajansı’nın yürüttüğü çalışmalardan kesitlerle yer vermiş. Sergi desen değil, bilgi panosu desen neden tuvalet girişlerinin önüne yerleştirilmiş o da belli değil.
Uluslararası bir müzecilik buluşması kapsamında yine bir müze geziyorduk ve müzenin müdürü, müzeyi nasıl yenilediklerini anlatıyordu. Mekâna oyuncaklı bir maket eklemişlerdi. Bir oraya gidiyor bir şey anlatıyor, bir buraya geliyor başka bir şeye heyecanlanıyor. Yanımdaki çok sıkıldı. Dedim, belli ki çok övünüyorlar bu maketle. Gözlerini devirip sordu: O zaman niye tuvaletin önüne koymuşlar? (Sadece aklıma geldi.)
Müze Gazhane’nin misyon ve vizyonuna dair bilgi bulamadığımız gibi küratöryel ekibi de bilemiyoruz. Sergi künyelerinden anlıyoruz ki üç mekân da ayrı kişi ve kurumlar tarafından tasarlanmış. Merak ediyor insan: Bu gruplar birbirleriyle ne kadar iletişim içindeydi? Üç ayrı mekân kurarken hepsini kapsayan bir planlama yapıldı mı yoksa birbirinden tamamen bağımsız üç ayrı strateji mi geliştirildi? Adına müze dedikleri bu üç mekân da Müze Gazhane çatısı altında bir arada ‘yaşayacaklarına’ göre, üçünün birbiriyle *konuşması* gerekmez miydi? Tüm bu sorular, yıllar önce Müze Sergi İşleri (Deniz Koç ve Yeşim Kartaler)’le yaptığımız söyleşiyi getirdi aklıma: Müzeyi kim kurar? Sergi senaryolarının mekânla birlikte düşünülerek planlanmasını ve Türkiye’de, müzecilikte, tasarımın içerikten ne kadar daha ön planda tutulduğunu tartışmıştık.
BONUS İÇERİK
Zaman eksikliğinden Bilim Merkezi’ni gezemedim. Tesadüfen bir vlogda karşıma çıktı. Sanırım Müze Gazhane’nin en ‘renkli’ kısmını kaçırmışım. Ziyaretçinin ‘hands on’ (uygulamalı) deneyim kazanabildiği bu alanı izlediğim kadarıyla pek sevdim. Özellikle de depreme karşı alınacak önlemlerin en basitini, güçlü konstrüksiyonu anlatan o maket sistemi!
#MMKDRöportajlar serisi başladı! İlk röportaj benden; Mardin Müzesi Müdürü Nihat Erdoğan ile geçtiğimiz haftalarda galası yapılan ve kentin somut olmayan kültürel mirasına odaklanan filmleri “Mardin’in Sesleri”nden yola çıkarak müzenin güncel çalışmalarını konuştuk: “Şu anda teşhir ve tanzim yenileme çalışmaları yapılan ve Nisan 2016′da kapılarını yeniden ziyaretçilerine açacak olan Mardin Müzesi, kentliyle yakın ilişkiler kuran, hem kentin hem de bölgenin kültürel çeşitliliğinin altını çizen, farklı kültürlerin bir aradalığının zenginliğini vurgulayan; “özetle, geçmişin özümlenerek bugünün kavrandığı ve geleceğin kurgulandığı bir kurum olarak hizmetlerine devam edecektir.””
This website uses cookies to improve your experience. We'll assume you're ok with this, but you can opt-out if you wish. Cookie settingsACCEPT
Privacy & Cookies Policy
Privacy Overview
This website uses cookies to improve your experience while you navigate through the website. Out of these cookies, the cookies that are categorized as necessary are stored on your browser as they are as essential for the working of basic functionalities of the website. We also use third-party cookies that help us analyze and understand how you use this website. These cookies will be stored in your browser only with your consent. You also have the option to opt-out of these cookies. But opting out of some of these cookies may have an effect on your browsing experience.
Necessary cookies are absolutely essential for the website to function properly. This category only includes cookies that ensures basic functionalities and security features of the website. These cookies do not store any personal information.