Museum Hack rehberli turlarıyla müzeler bir harika dostum!
|

Museum Hack rehberli turlarıyla müzeler bir harika dostum!

Museum Hack uzun zamandır takip ettiğim bir ekip. Hatta Nisan 2015’te Genç Sanat’a bu konuda bir yazı yazmıştım. (Santa Cruz Sanat ve Tarih Müzesi Direktörü Nina Simon’un yaptığı röportajın yer aldığı yazıyı dileyen buradan okuyabilir.) Hakkında bir sürü video izlediğim, yazı okuduğum bu “hacklemeyi” bugün deneyimledim. Sanat tarihine bir de hiciv tarafından bakan yorumlara gülerek, müzenin koleksiyonu genişletmek için ödediği paraları duyunca gözlerim yuvalarından çıkarak ve rehberimiz Zak’ın uydurduğu “parti için en iyi sanat eseri” oyununa dahil olup büyük ödülü kaparak geçirdiğim bu 2 saat gerçekten bugüne kadar katıldığım en iyi müze turuydu.

Aslında her şey bir gün önce Twitter’da, “hadi yarın gelin, %20 indirim kuponunu kullanın” mesajını görmemle başladı. Şehre geldiğimde sayfalarını ziyaret etmiş, bir tura katılsam mı katılmasam mı diye düşünmüştüm ve bence bu mesaj bir işaretti. Hemen biletimi aldım. Deneyim o satın almadan itibaren başlıyor. (Ya da işte mesleki deformasyondan, bunlara bile dikkat ediyor insan.)

IMG_0566

Hemen bir mail geldi ekipten. Ertesi gün nerede, kiminle buluşacağımız ve tur için nelere dikkat etmemiz gerektiği yazıyordu. Gayet normal tabii. Yine de öyle kuru kuru bir biletten daha fazlasını içeren bu samimi mesaj etkileşimin ilk adımı bence. Beni asıl güldürense sabah gelen mesajdı. Artık insanlar ne kadar çok geri mesaj gönderiyorlarsa bu numaraya, “ben robotum” notu yazma gereği hissetmişler.

Müzeye tam zamanında vardım. Ekip söylenilen yerdeydi. Ben şimdi bana bilet numaramı soracaklar falan diye düşünüyordum ki hiç öyle resmi işlemlere girişmedik. Belki de küçük bir grup olduğumuz içindi. Merhaba ben Elif, dedikten ve herkes herkesle tanıştıktan sonra hemen sohbete başladık. Ekibin kurucusu Nick Gray de oradaydı. Buna biraz şaşırdım açıkçası. Ondan biraz CEO tarzı bekliyordum. Ne bileyim, bir ofiste oturuyordur. Genelde bilgisayarda e-posta yanıtlayıp, olanı biteni inceliyordur. Böyle “sahada” görünce ne yapsam bilemedim. Kendini ekibin sosyal medya sorumlusu olarak tanıtınca, içimdeki küçük ve sinsi müzecilik takipçisi, hadi canım!, diye güldü. Hemen tura başladığımız için gidip iki kelime söyleyecek vakit de olmadı. O da sonra başka bir tura katılmak için yanımızdan ayrıldı. Yani gün içinde kaç tura katılıyor, katılıp ne yapıyor, öğrenemedim. Anlatılanları ilk defa duyuyor gibiydi. Öyleydi yani tepkileri. Belki de ilk defa duyuyordu. Kaç rehber ve kaç farklı tur rotası var, bilemiyorum. (Böyle yazdıkça kendimi bu sabah turda casusluk yapmışım gibi hissettim. Ne yazık ki, olayı da çözemedim.)

Ellerimizi tam ortada birleştirip, bir ekip ruhu yaratarak, Museum, diye haykırarak başladık tura. Nerelerden nerelere geldik, hangi galerilerde durduk, eserlerden hangilerinin hikâyelerini dinledik, şu an hiç bir fikrim yok. Tur bitip de müzeden ayrılırken herhangi bir Cem Yılmaz gösterisinden çıkmışım gibi hissettim; dinlerken komikti ama şimdi çıkınca ne anlattı hatırlamıyorum.

Rehberimiz Zak çok eğlenceliydi. Güldürdü bol bol. Şaşırttı sorularıyla. Ben en çok sanat tarihi bilgileri değil de, müzenin bilinmedik hikâyelerini duyduğuma sevindim. Mesela (adını şimdi hatırlamadığım) bir adamın resim koleksiyonunu almak için müze yeni bir bina yapmaya karar veriyor. Adamın şartı bu çünkü. Bir yandan da Central Park’ta daha fazla alan işgal etmeyeceklerine dair söz vermişler. Ne yapacaklarını bilemiyorlar. Sonunda inşaata başlarken galeriye “geçici” diyorlar. Geçici galeri ve çakallıkları yıllardır orada. Müzenin koleksiyonunda olmadığı için peşine düştüğü sanat akımı ve sanatçılar var bir de. Bir tanesini gururla anlattıktan sonra Zak diyor ki, Louvre’da yok mesela bu sanatçının eseri; üzgünüm Louvre, kaybettin dostum! Bunun gibi onlarca hikâye. Birinin eserlerini almışlar ve onları aynen adamın evindeki gibi yerleştirmişler. Karşılıklı duran tablolardan biri İsa, diğeri de Venedik panoramasıydı. Panaroma resme dikkatli bakınca meydanın tam ortasında iki köpeğin çiftleştiğini gösterdi bize Zak. Yanındaki diğer resimlere de baktık ve hepsinde çitleşen köpekler vardı. “Bu odaya baktığınızda bu adam hakkında ne düşünüyorsunuz?”  diye sordu sonunda Zak. Ne düşünebilir ki insan!  (Biliyorum işte, anlatınca tam öyle olmuyor ama dinlerken şahaneydi.)

IMG_0585

Turun keyifli yanlarından biri de oyunlardı. İlkinde heykel galerisindeydik. Hepimiz bir heykel seçip onun önünde poz verdik. Daha sonra da bize bu pozların fotoğraflarını hediye ettiler. Juliette ve ben bu pozda acıların kadınıylayız; ben acılı kadınım, o da beni neşelendirmeye çalışıyor. (Aslında, Elif kameraya yüzünü göstermen gerek, diyor.) İkincisinde hollandalı ressamların olduğu salondaydık. Dedi ki Zak, “beni öldürmüşler ve sizce beni kim, neden, nasıl öldürmüştür? Buradaki eserlerden seçin.” Nasıl hikâye uyduramadım belli değil. (Bu kısmı pas geçiyorum o yüzden.) Aslında son oyun en başta açıklanandı; evinizde parti vereceksiniz ve bu müzeden hangi eseri alırdınız? Ödüllü oyun. Tur boyunca etrafımıza bu gözle bakmalı ve gözümüze takılanların fotoğrafını çekmeliydik. Turun sona erdiği Mısır tapınağının önünde parti sırrımızı açıkladık. Gümüş tabakları çekmiştim ben. Parti aksesuvarı olarak. “Bir hipster partisi vereceğim ve bu servis takımıyla da geçmişi çağdaşla buluşturacağım”, dedim. Büyük ödülü kazandım! Met’in maskotu hippopotamus. Beni zombielerden koruyacak ve yaptığım hataları yok edebilecek; çünkü o aynı zamanda bir silgi.

Daha önce demiştim, bugün deneyimledim, onayladım; Museum Hack rehberli turlarıyla müzeler bir harika dostum!

 

 

New York’ta öğle yemeği
| |

New York’ta öğle yemeği

Bu öğlen ne yiyelim?
Gündelik hayatımızın en sıradan sorusu belki de, ama bir yaşam pratiğinin de en temel göstergesi. NYC Şehir Kütüphanesi, Haziran 2012 – Şubat 2013 tarihleri arasında düzenlediği, New York’ta Öğle Yemeği (Lunch Hour NYC) başlıklı sergiyle, kentin öğle yemeği stereotiplerini ortaya çıkartıyor. Serginin en heyecanlandırıcı tasarımlarından biri de internet sitesi. Zaman ve mekan sınırlarının ortadan kaldırıldığı online sergi tasarımıyla New Yorkluların öğle yemeği tercihlerini her zaman keşfetmek mümkün.

”New York’ta her şey başka yerlere göre farklı yapılıyor – fakat yemek farklılıkları diğer bütün beşeri ekonomi kollarındaki farklılıklardan daha çarpıcı.” – George Foster, New York in Slices, 1849

Elma ile sembolleşen bir şehrin yemek kültürü üzerine düzenlediği sergi birçok kent müzesinin irdelemeye çalıştığı konuları mercek altına alıyor; Hangi yemek kültürü, şehirde ne zaman ortaya çıktı? Göçmenlerin yanlarında getirdikleri yemek tarifleri, zenginlerin tercihleri, yoksullar için düzenlenen yardımlar…

Şehrin yemek kültürü hikayesini anlatmanın yanı sıra, NYPL tarafından, sergiye paralel bir dizi etkinlik de düzenlenmiş; öğle yemeği saatinde Bryant Park’a gelen yemek kamyonu, gençlere yönelik yaz yemek kursları ve sergiye özel hazırlanan ve tamamen yemek kültürü üzerine metin, görsel paylaşımında bulunan Tumblr ve Twitter sayfaları…

lunchhour-nypl-2

”Hem aklınızı, hem karnınızı doyurun” – Bryant Park ve New York Şehri Yemek Kamyonu Birliği ile yapılan işbirliğiyle serginin gündelik hayatın bir parçası haline gelmesi sağlanmış. Pazartesi’nden Cuma’ya 11:00 – 15:00 saatleri arasında bir yemek kamyonu Bryant Park’ta sadece bu sergiye özel yemek satışı yapmış. Hem de her gün farklı bir kamyon, farklı bir mönüyle. Satışlardan elde edilen paranın bir kısmının NYPL’ye aktarıldığı düşünüldüğünde, ufak boyutlu bir fon geliştirme projesinin de başarıldığı söylenebilir.

Gençlere yönelik yemek kurslarıyla müzenin, yemek kültürünü gelecek nesillere taşımayı amaçladığı açıkça görülebiliyorken, bu amaçla planlanan asıl çarpıcı proje yemek projelerinin tercüme edilmesi: Mönüde ne var? 1840’tan bugüne gelen geniş bir yemek mönüsü koleksiyonuna sahip olan NYPL, Nisan 2011’de başlayan bu proje ile birlikte araştırmacıların bütün detaylı sorularını yanıtlamayı amaçlıyor. Tarihçiler, akademisyenler, roman yazarları, şefler ve yemek kültürü meraklılarının farklı dönemlere ait fiyatlandırma, yemekler, yemeklerin düzenlenmesi vb. detaylı soruların peşine düşüyorlar. Arşivlerini dijitale aktarıp, tercümede gönüllülerden yardım isteyen NYPL, bugün 390,000’den fazla tekil yemeği internet ortamında meraklısına sunuyor. Bugün ne pişirsem? sorusunu bile ortadan kaldırabilecek bu çalışmanın sadece akademik çevreyi ve araştırmacıları heyecanlandırmadığı kesin.

lunchhour-nypl-3

Sergi tasarımında, planan yan etkinliklerle birlikte iletişim modelinin de detaylı olarak düşünüldüğü açıkça görülebiliyor. Şüphesiz sosyal medya da unutulmamış. Tumblr ve Twitter sayfalarında sadece yemek üzerine yapılan paylaşımlarla hem serginin sürekli olarak hatırlatılması sağlanmış, hem de yemek kültürü üzerine Web 2.0 dünyasına dair bir arşiv oluşturulmuş. Sergi izleyicilerini kendi öğle yemeklerinin fotoğraflarını çekmeye ve Tumblr sayfasında paylaşmaya davet eden NYPL, bugün sosyal medyanın önemli paylaşım akımlarından birine dair kanalı da oldukça akıllıca bir şekilde iletişim modeline eklemiş. Sosyal medya kullanıcıları arasında yemek fotoğrafı paylaşımı o kadar yaygın bir tavır ki sonunda kendi adını bile oluşturdu; Yemek pornosu (Foodpornography). Bu konuya dair birçok farklı araştırmanın, makalenin olduğu günümüzde yemek kültürü üzerine sergi düzenleyip, onu eklememek büyük eksiklik olurdu.

İkonik NYC yemeklerini keşfetmek ve kendi öğle yemeği tercihlerinizi NYC stereotipleriyle karşılaştırmak için sergiyi buradan ziyaret edebilirsiniz.