Göçmen Kadınların Hafıza Projelerinde Almanya ve Türkiye Deneyimlerimizi Konuştuk #Heritageİstanbul2024
Avrupa Birliği ve Türkiye arasında imzalanan mülteci anlaşmasının ardından yükselen ırkçı tartışmalar ve ardından yaşanan saldırılar hep aynı soruyu aklıma getiriyordu: 1960’lardan günümüze, özellikle Avrupa ülkelerine yönelik dış göç politikaları, Türkiye’de ikamete mecbur bırakılan mültecilere dair iç politikaya neden rehberlik edemiyor? Bu soru, mültecileri politikalarına araçsallaştıran siyasetçilere yönelik değil; kendi deneyimlerimden yola çıkarak, sivil toplum örgütlerine ve kültür-sanat kurumlarına yönelikti.
Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin Heritage 2024 Fuarı’ndaki Miras Sohbetleri etkinliğine davet edilmem, marjinalleştirilen toplulukların hafızasının politikasını İstanbul’da, kültür-sanat çalışanlarına erişebileceğim bir ortamda konuşma fırsatı verdi. Bu değerli imkânı bana sundukları için Kadın Eserleri Kütüphanesi’ne yeniden çok teşekkür ederim.

Bu yazıda, göçmen kadınların hafıza projelerinde Almanya ve Türkiye deneyimlerimize dair sohbetimizin ana başlıklarını özetleyecek ve hafızanın (toplumsal cinsiyet ve göçmen) politikasına dair ihtimalleri kısaca değerlendireceğim. Bu amaçla, önce, Federal Almanya Göçmen Kadınlar Birliği (GKB)’nin hafıza kutusunu; sonra, Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin “Ötekinin Hafızası” projesini kısaca tanıtacağım.

Göçmen Kadınların Hafıza Kutusu — Almanya Örneği
Göçmen Kadınlar Birliği-Frankfurt, 2013 yılında, Frankfurt Tarih Müzesi’nin her yıl başka bir semtin hafızasını belgelemek amacıyla yürüttüğü Stadtlabor (Kent Laboratuvarı) katılımcı sergi projesine davet edilir. 2005 yılında Frankfurt’ta kurulan ve bugün 20’den fazla Alman şehrinde örgütlü faaliyet yürüten GKB, dernek mekânlarının da yer aldığı Ginnheim bölgesinin hafızalaştırılmasına hazırladıkları sergi materyalleriyle dahil olurlar. Bu birlikte üretim, 2105 yılına kadar Frankfurt Tarih Müzesi’nde ziyarete açık kalacak “Bibliothek der Generationen” projesine GKB’nin davet edilmesine kapı aralar.
Koordinatörlüğünü ve küratörlüğünü üstlendiğim Göçmen Kadınlar Birliği (GKB)’nin hafıza kutusu, Türkiye’nin farklı coğrafyalarından, farklı etnik ve dini kimliklere sahip ve farklı anadillerle Almanya’ya göç eden kadınların toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve ırkçılığa karşı örgütlü mücadelelerinin, kazanımlarının ve gelecek tahayyüllerinin tarihini içeriyor. Ancak, hafıza projesi için atölye çalışmalarını hazırlarken, katılımcı küratörlük pratikleriyle sözü (kalemi) projenin öznelerine bırakan ve göçmen kadınları homojenleştiren stereotipleri kesişimsel feminist perspektifle eleştiren yeni bir yöntem geliştirdim. Buradaki asıl amacım, hafıza kutusu projesini temel bir tarih yazımı bağlamında kavramsallaştırmaktı: (HER)story.
(HER)story, İngilizce history (tarih) kelimesini “his-story” (erkeğin hikâyesi) olarak değerlendirerek, kadınların tarih yazımında geleneksel olarak dışlanmasını vurgular. Bu kavrama dayanarak, göçmen kadınların hafıza kutusu projesi, kadınların deneyimlerini ve seslerini tarihsel anlatılarda ve toplumsal hafıza çalışmalarında daha görünür kılmayı amaçlamıştır. Ancak, yaptığım araştırmalarda, (HER)story kavramını kullanan farklı projelerin atölye çalışmalarında, genellikle, kolaylaştırıcının veriyi toplayıp yayına, sergiye ya da etkinliklerde sunuma dönüştürdüğünü gözlemledim. Ayrıca, atölye çalışması katılımcılarının deneyimleri çoğunlukla sadece toplumsal cinsiyet perspektifinden değerlendiriliyordu ve bu da kadınların homojenleştirilip sahip oldukları farklı kimliklerden dolayı maruz kaldıkları çoklu ayrımcılık ve şiddet vakalarının görünmez kalmasına neden oluyordu. Bu sebeple, (her)story kavramını, atölye çalışmalarında, katılımcı küratörlük ve kesişimsel feminist pedagojiyi birlikte uygulayarak geliştirdim.

Katılımcı küratörlük, kültürel ve sanatsal üretimlerde toplumun çeşitli kesimlerini, özellikle de marjinalleştirilmiş grupları karar süreçlerine aktif olarak dahil etmeyi ve onların deneyimlerine dayalı olarak yayın, sergi ve etkinlikler düzenlemeyi içeren bir yöntemdir. Hafıza kutusunda yer alan poster, el ilanı, bildiriler, düzenli yayınlanan dergilerin seçili kopyaları ve ses-görüntü dijital kaytılarına ek olarak, küratörlüğüm ve editörlüğüm altında, sıfırdan üretilen arşiv materyalleri de bulunuyor: Hikâye kitabı, koro kitabı, bir yıllık çalışmaların dokümentasyonu ve arkadaşlık kitabı.
Atölye çalışmalarında yürüttüğümüz teorik tartışmalar, yazma denemeleri ve kollektif yorumlarla, bu dört arşiv materyalinde kadınlar, kendi tarihlerinin sadece anlatıcısı değil yazarı da oldular. Katılımcı proje küratörü olarak ben çoğunlukla katılımcılardan gelen talepleri değerlendiriyor, yol gösterici örnek çalışmaları hazırlıyor ve karar süreçlerinde yorumda bulunmayıp sadece sorularını yanıtlıyordum. GKB’nin de kurucu üyelerinden biri olduğu DaMigra’nın (Dachverband der Migrantinnen e.V. —Göçmen Kadınların Çatı Örgütü) sağladığı fonla 2017-2018 yıllarının farklı zamanlarında gerçekleştirdiğimiz atölye çalışmalarının her biri, benim tarafımdan, müzecilik, toplumsal hafıza ve kesişimsel feminist perspektiflerinden planlandı. Örneğin, öykü kitabı, kadınların kendi tarihlerini yazmaları (HER)story; koro kitabı, göç ve somut olmayan kültürel miras ilişkisi; 1 yıllık faaliyetlerin dokümentasyonu, arşivleme ve kürasyon; ve son olarak, arkadaşlık kitabı, göçmen kadınların örgütlü mücadelesi.
Kesişimsel feminizm, ırk, sınıf, toplumsal cinsiyet, cinsel kimlik, yaş, oturum statüsü vb. farklı faktörlerin bireylerin maruz kaldıkları çeşitli ayrımcılık ve şiddet vakalarında ayrı ayrı değil bir arada etkin olduğunu savunur. Bu bağlamda, özellikle marjinalleştirilen topluluklar, aynı anda birden fazla ayrımcılık ve şiddet türüne kalabildiklerini tartışır. Örneğin, cishet bekar bir kadın ile queer – sperm bankasından hamile kalan – bekar bir annenin maruz kalacağı toplumsal baskı aynı olmayacaktır. Biri, henüz evlenmediği için eleştirilebilecekken; diğeri hem evlenmediği hem de bir erkek olmadan anne olduğu için dışlanabilir. Hafıza kutusunda yer alan arşiv materyallerini tartıştığımız atölye çalışmalarında, tektipleştirilen kadınlık ve annelik rollerini hem kesişimsel feminist perspektiften çeşitlendirdik hem de bireysel anlatılarda bu deneyimlerin yarattığı farklılıkların altını çizdik.
*** GKB’nin hafıza kutusu projesi hakkında daha fazla bilgi için: “Göçmen Kadınların Frankfurt’taki Hafıza Kutusu”, (eds.) Meral Akkent ve Nehir Kovar, Feminist Pedagoji içinde, İstanbul Kadın Müzesi Kitapları, 2019.

“Ötekinin Hafızası” — Türkiye Örneği
1990 yılında kurulan Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı (KEKBMV), Türkiye’de kadınların tarihini ve kadınlara dair bilgi ve belgeleri toplar, saklar ve araştırmacıların erişimine sunar. Kütüphanenin koleksiyonunda yer alan kitaplar, dergiler, kişisel arşivler, mektuplar, fotoğraflar, afişler ve çeşitli dokümanlar, Türkiye’de kadınların sosyal, kültürel, politik ve ekonomik yaşamlarına dair geniş bir perspektif sunar. Kadın Eserleri Kütüphanesi, faaliyetlerini, kadın tarihi, feminist çalışmalar ve toplumsal cinsiyet konularında düzenlenen etkinlikler ve projeler ile İstanbul’un Balat semtinde yürütmektedir. 6 Mart – 6 Nisan 2024 tarihleri arasında, Kadın Eserleri Kütüphanesi, “Kadınların Göç Hafızası” sergisini açtı.
Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı (KEKBMV) tarafından yürütülen ‘Ötekinin Hafızası’ projesi; Türkiye’de yaşayan ve üretimlerini burada yapan, ülkelerindeki savaşlardan, otoriter rejimlerin baskılarından, yoksulluktan veya özgürlüklerinden mahrum edildikleri için kaçarak Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan 5 göçmen kadın sanatçının sanatsal ifade ve kişisel tarihlerinin Kadın Eserleri Kütüphanesi arşivlerine kazandırılmasını hedeflemektedir.
SerGİ TANITIM BroŞÜRÜ
“Ötekinin Hafızası” projesi kapsamında hazırlanan ve Culture Civic tarafından desteklenen bu sergi, Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin göçün kadın yüzünü hafızalaştırma çalışmalarına atttığı etkili bir adım. Sanatsal çalışmaların temel metodoloji olarak belirlendiği bu projeye, çeşitli kriterler gözetilerek yapılan değerlendirmeler sonucunda, Türkiye’de ikamet eden beş göçmen kadın sanatçı davet edilmiş: Farah Trablsie, Maryam Mazrooei, Sara Shahzadeh, Sinur ve Walaa Tarakaji. Sergi, kadın sanatçının sanatsal üretimlerinin yanı sıra, Prof. Dr. Ayşe Durakbaşa yürütücülüğünde gerçekleştirilen sözlü tarih çalışmalarından kısa videolar ve göç sürecine eşlik eden kişisel eşyalarla zenginleştirilmiş. Böylelikle, hem sanatçıların kişisel göç deneyimleri hem de göçün sanatsal çalışmalarını nasıl etkilediği iç içe belgelenip sergilenmiş. Ayrıca, düzenlenen sözel etkinlikler ve film programlarıyla, serginin kamusal tartışma alanları genişletilmiş. Projenin güncel çalışmaları, toplanan bilgi ve belgelerin dijitalleştirilerek Türkiye’nin toplumsal hafızasına kazandırılmasına odaklanıyor.

Proje koordinatörü ve sergi küratörü Nilgün Kıvırcık, #Heritageİstanbul2024 Kültürel Miras Sohbetleri’nde, çalışmanın amacını, yürütülmesini ve ziyaretçilerden aldığı tepkileri dinleyicilerle paylaştı. Özellikle, düzenlenen film gösterimleri ve söyleşilere katılımın yüksek olduğunu belirten Kıvırcık, serginin geleneksel medyada da yayıldığını sözlerine ekledi. Benim GKB’nin hafıza kutusundaki deneyimlerimden yola çıkarak merak ettiğim konulardan biri de sergi projesinin bütçesiydi. Kıvırcık, sanatçıların üretimleri için destek aldıklarını ancak geri kalan bütün işlerin gönüllü çalışmalarla tamamlandığını belirtti.
Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin YouTube kanalında erişime açılan sözlü tarih video çalışması, beş göçmen kadın sanatçının hem geldikleri ülkeden ayrılma sebepleri hem de İstanbul’da kurdukları yaşantı ve gelecekten beklentilerine dair doğrudan ipuçları sağlıyor. Her bir göç hikâyesi özneldir; ancak, hiçbiri uluslararası ve yerel göçmen politikalarından bağımsız değildir. Bu bağlamda, bazı kavramların farklı kadınlar tarafından sıklıkla dile getirildiği bu video çalışması, Türkiye’de göçmen kadın olmanın hangi alanlarda nasıl ortaklaştığını anlatıyor: Ev, dil, umut, vazgeçmemek ve daimî yolculuk. Tüm bu farklı ifadeleri tek bir kavram altında toplayacak olursak, sanatçılar, sıklıkla aidiyet duygularından bahsediyor. Ya da ait hissedememe. Çünkü: zorunlu göç, savaşın yıkıntıları altında bırakılan bir geçmiş ve çeşitli siyasi gruplar tarafından “Suriyeliler gidecek!” afişleriyle donatılmış İstanbul sokakları.
Videoda vurgulanan önemli konulardan biri de Türkiye’de her geçen gün artan ırkçılık. Kesişimsel feminist perspektiften bakıldığında, her seçim döneminde yeniden araçsallaştırılan mülteci topluluklarının hepsi bu siyasi söylemlerden aynı şekilde etkilenmiyor. Hırsızlık, taciz gibi suçlarda, failin uyruğuna göre doğrudan hedef gösterilen etnik kimliklere sahip mülteciler, geldiği ülkedeki ekonomik sermayesini Türkiye’de sosyal sermayeye çevirebilen mültecilerden farklı deneyimler yaşıyor. Örmeğin, “geçici koruma” altındaki Suriyeliler ve mülteci statüsüne sahip Ukraynalılar arasında gündelik hayatta maruz kaldıkları ayrımcılık ve şiddet vakaları aynı olmayacaktır. Bunun en temel sebebi de Türkiye’nin mülteci politikaları.
Türkiye, 1951 tarihli Birleşmiş Milletler Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi’ne 1961’de coğrafi kısıtlama ile taraf olmuştur. Yani, Avrupa Konseyi üye ülkeleri dışından gelip Türkiye’ye sığınanlara mülteci statüsü tanınmaz. Ancak, 2014 yılında yapılan düzenlemeyle, mülteci statüsü tanınmayacak olanların “geçici koruma” altında Türkiye’de ikametine izin verilmesi yasalaştırılmıştır. Bunun sebebi, 2016 yılında imzalanan “AB-Türkiye Mülteci Anlaşması” kapsamında Avrupa Birliği ülkeleriyle yapılan yeni ekonomik anlaşmalar olarak yorumlanabilir. Bu anlaşmaların uluslararası insan hakları hukukuna aykırı olduğu kısıtlı bir çevre tarafından tartışılır. Anlaşmaya göre, Türkiye’de “geçici koruma” altında bulunan kişilerin uluslararası sığınma talepleri artık işleme alınmayacaktır. Bu karar, en yalın haliyle, Suriyeli mültecilerin 2016 yılından bu yana ve belirsiz süreliğine Türkiye’de ikamet etmek zorunda kalmalarını ifade eder.
Hukuki korumaya sahip mülteciler ile “geçici koruma” altında her an sınır dışı edilme tehlikesi içinde yaşayanların gündelik hayatta hak aramaları da aynı değildir. COVID-19 salgını sırasında LGBTİ+ mültecilerin sağlık ve hukuk sistemine erişimde yaşadıkları sistematik engeller ve 6 Şubat depremlerinin ardından otobüslere bindirilen mültecilerin Türkiye’de iç göç zorunluluğu bunlardan bazıları. Bunun bir de iş yerinde taciz, ödenmeyen maaşlar, haneye tecavüzler ve evden atılmalar gibi yerel gazetelere bile haber olmayan tekil gündelik vakaları var. Bu çerçevede, sadece “Kadınların Göç Hafızası” sergisinin değil; bütün olarak Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin “Ötekinin Hafızası” projesinin, göç ve toplumsal cinsiyet alanında daha fazla akademik araştırma yapılmasına imkân sağlayacak belgeleme çalışmalarıyla feminist tarihyazımına etkin bir katkıda bulunduğunu düşünüyorum.
Hafızanın (Toplumsal Cinsiyet ve Göçmen) Politikası
Hafıza çalışmalarında sıklıkla belirtildiği üzere: Arşiv politiktir. Başka bir ifadeyle, arşiv, “tarihsel olay” olarak kaydedileni ve kaydedilmeyeni belirler. Dolayısıyla, “tarihi kazananlar yazar” denilir. Feminist bellek çalışmaları, bu ataerkil sömürgeci tarihyazımının karşısına konumlanarak, toplumsal cinsiyet ve göçmen politikalarına bağlı olarak marjinalleştirilen toplulukların mücadelelerini kolektif anlatı içinde görünür kılmayı amaçlar. Böylelikle, iktidarların resmî tarih anlatısının karşısında, doğrusal ve otoriter olmayan bir tarih yazımı imkânı sunar. Göçmen kadınların hafıza projelerinde Almanya ve Türkiye deneyimlerimize dair sohbetimizde, feminist bellek çalışmalarının farklı yöntemlerini ve yaşanan ortak sıkıntılarını kamusal alanda gündeme taşıdık.
İki projeyi, hafızanın (toplumsal cinsiyet ve göçmen) politikası çerçevesinde, birlikte düşündüğümde, katılımcılık ve kesişimsel feminist pedagoji açısından kamusal tartışılmasının önemli olduğunu düşündüğüm konuları kısaca şöyle özetleyebilirim:
- Katılımcılar: Göçmen kadınların hafıza kutusu projesine GKB’yle ilişkide olan herkes katılabilirken, “Kadınların Göç Hafızası” sergisinde, belli kriterler gözetilerek, sanatçılar davet edilmiştir. Bu iki farklı temel yaklaşım hem katılımcılara erişim hem de bütçe ve mekân gibi çeşitli sınırlamalar göz önünde bulundurularak belirlenmiştir. Birinde bir örgütün monografik çalışması yapılırken, diğerinde farklı deneyimlerin temsiliyeti sağlanması hedeflenmiştir. GKB’ye katılan kadınların çeşitliliği, anlatıları doğal olarak çeşitlendirirken, “Ötekinin Hafızası” projesinde, sadece belli deneyimlerin temsiliyetini engellemek adına, kapsayıcılık ilkesi uygulanmıştır.
- Maddi Kaynaklar: Her iki proje de maddi destek sağlamış olsa da yeterli bütçe oluşturulamadığı için gönüllük esasına dayalı çalışanların emekleriyle tamamlanabilmiştir. Etkinlik günü de belirttiğim gibi, marjinalleştirilen topluluklar kültür-sanat çalışmalarında çoğunlukla bir kota olarak değerlendiriliyor. Sanatsal üretime dahi yetmeyecek bütçeler sunan kurumlar, yıl sonu faaliyet raporlarına toplumsal cinsiyet ve göçmen istatistiklerini olumlu doldurarak aslında kendi gelecek bütçelerini sağlıyorlar ve marjinalleştirilen hayatların metalaştırılması ve projelerin gerçek amacı olan eşitlik ve kapsayıcılık ilkelerinin uygulanmaması görmezden geliniyor.
- Küratörlük: İki projedeki yöntem farklılıkları en net şekilde küratörlük çalışmalarında görülüyor. Her iki proje de katılımcılık esasına dayalı olsa da göçmen kadınların hafıza kutusu projesinde, katılımcılar, kendi anlatılarının yazarı olurken; “Kadınların Göç Hafızası” sergisi, sanatçıların sesinin sanatsal üretimleri ve kısa videolar aracılığıyla aktarılmasına aracı oluyor. Bu farklılık, katılımcı küratörlük pratiklerinin farklılaşmasından kaynaklanıyor. Burada, benim hafıza kutusu projesini, bütün halinde, sosyolojik bakışla ele aldığımı ve Nilgün Kıvılcım’ın belgeleme çalışmalarına sanatsal yaklaşımını görüyoruz. Örneğin, teorik tartışmalarda “öteki” dışlanmayı temsil ederken, belgeleme çalışmalarını dikkat çekici kılmak amacıyla proje başlığında kullanılmış.
- Arşiv Materyalleri: İki proje arasındaki bir diğer temel fark da arşiv materyalleridir. Göçmen kadınların hafıza kutusu atölye çalışmalarına başladığımızda, ilk kararlaştırdığımız hususlardan biri kişisel objelerin kutuya yerleştirilmeyeceğiydi. Bunun temel sebeplerinden biri, göçün uzun yıllardır bavul ile görselleştirilmesiydi. Çünkü bu “umutlarını bir bavula sığdırdılar ve yeni bir hayata başladılar” metaforu, göçü romantikleştirip göçmenlerin maruz kaldıkları sistematik ayrımcılık ve şiddeti konuşulmaz kılıyor. Benzer şekilde, “anavatandan” getirilen eşyalar ile birlikte yemek ve müzik kültürü de göç edilen ülkede materyalleştirilip çok kültürlülük kavramını tüketim nesnesine dönüştürme riski içeriyor.
Sonuç olarak, Almanya ve Türkiye örneklerinde görüldüğü üzere, feminist bellek çalışmaları marjinalleştirilmiş toplulukların kendi hikâyelerini anlatmalarına ve toplumsal hafızada yer edinmelerine olanak tanır. Bu da toplumsal hafıza çalışmalarında çeşitliliği ve kapsayıcılığı arttırır. Ancak, bu projelerin sürdürülebilirliği ve ana akım toplulukların erişiminin kolaylaştırılması da önemli bir sorundur.
O yüzden, bitirirken, merak etmeden duramıyorum: Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin mekânsal sınırları düşünüldüğünde, beş göçmen kadının sanatsal çalışmalarını kalıcı olarak sergileme imkânı zorlaşmaktadır. Bu bağlamda, “Kadınların Göç Hafızası” sergisinin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) son yıllarda hızla açtığı kültür-sanat mekânlarından birinde kalıcı olarak ziyaretçilere açılması mümkün olamaz mı?
Böylelikle, Frankfurt Tarih Müzesi’nde olduğu gibi hem projenin kalıcılığı hem de görünürlüğünün arttırılması sağlanabilir.
