2015’i müze ziyaretleriyle biraz daha eğlenceli hale getirmeyi garanti eden bir iddia: #MüzeBingo
Museum Minute blogunda gördüğüm #MuseumBingo iddiasını çok beğendim. Museum140 işbirliğinde hazırlanan ve bir yıl boyunca süren etkinlik kesinlikle kişiyi sürekli yeni bir müze ziyaret etmeye teşvik ediyor. Bu iddiayı #MüzeBingo olarak yerelleştirebiliriz diye düşünerek çağrıyı Türkçe’ye çevirdim*:
“Bütün müze hayranlarına çağrı! 2015’i biraz daha eğlenceli hale getirmeyi garanti eden bir iddia var burada. İsterseniz herhangi bir haftayı yaşadığınız bölgede en az bir müze ziyaret etmeden geçiremeyen biri olun, isterseniz müze ziyaretlerini tatil etkinlikleri olarak planlayın. Ya da isterseniz rehberli turlara ve etkinliklere katılmaktan keyif alın, isterseniz sadece “kendi yolunda giden” tarzda bir ziyaretçi olun – Museum Minute, Museum 140 ile işbirliği yaparak, sizi “Müze Bingo”ya katılmaya davet ediyor!
Katılım çok kolay! Müze Bingo skor kartındaki* herhangi bir kareyi tamamladığınızda, #MuseumBingo etiketini kullanarak hangi kareyi tamamladığınızı tweet atın. Eğer fotoğraf da paylaşmak isterseniz harika olur – doğrudan Twitter’a koyun, ya da Instagram gibi başka bir kanala ve sonra da linkini paylaşın. Ya da eğer blogunuz varsa, tamamladığınız kare hakkında blog yazısı da yazabilirsiniz ve onun linkini paylaşabilirsiniz.
Bazı karelerin üst üste geldiğinin farkındayız – örneğin, Güney Afrika’da tatildeyken bir sanat müzesini ilk kez ziyaret edin – yani iddia her kare için farklı bir müze ziyaret etmek!
Eğer Twitter hesabınız yoksa ama hâlâ katılmak istiyorsanız, blogunuzda ya da diğer sosyal medya sayfalarında paylaşabilirsiniz (Facebook, Instagram, vb.) – sadece bize söyleyin, biz sizin için tweet atarız. 🙂
Ve eğer bütün bir sırayı – ve hatta bütün skor kartını?! – tamamlamayı başarırsanız, BİNGO diye bağırmayı unutmayın!
*Bu bütün yıl sürecek bir iddia olduğu için Ocak ayından bugüne kadar tamamladığınız kareleri de sayabilirsiniz.”
Benim önerim, Türkiye’den yazılacak tweetler için (tweetin Türkçe ya da İngilizce olması fark etmez) Türkçe etiket de kullanmak: #MüzeBingo
Böylelikle storify.com üzerinde hepsini bir araya getirebiliriz. Uluslararası iddialarda görünür olmak için #MuseumBingo etiketini kullanmayı da unutmamalı tabii. Bence Tweet ille de İngilizce yazılmak zorunda da değil. Müze giriş biletinin fotoğrafı ve etiket iddianızı görünür kılacaktır. Belki tek sıkıntı hangi kareyi tamamladığınızı söylemek olabilir, onu da skor kartının orijinaline bakarak çözebiliriz diye düşünüyorum. Dünyanın farklı farklı bölgelerinde müze ziyaret etmek gibi iddialar gözünüzü korkutmasın. Amaç her seferinde farklı müze ziyaret etmek. İstanbul’da yaşayıp Ankara’da bir müze ziyaret ediyorsanız, “Asya’da bir müze ziyaret et” karesini tamamladınız sayılabilir gayet. Ya da neden sayılmasın?
#MüzeBingo iddiası Türkiye’de başlasın o zaman.
Var mısın maratona?
*Bu yazı, Museum Minute blogunun sahibesi Jamie Glavic’in izniyle Türkçeleştirilmiştir.
Geçenlerde bir arkadaşımın kızı Paris’te ilkokula gidiyor, onunla telefonla konuşurken Türkiye’deki özel okul fiyatlarından bahsettik ve konu yurt dışında çocuk okutmaya geldi. Meğer Avrupa’da da her şeyi devlet okulları çözemiyormuş. Ebeveynler son yıllarda çocuklarını daha çok özel okullara yollamaya başlamışlar. İyi özel okulların fiyatları İstanbul’dakilerle kıyaslanamayacak kadar düşük olsa bile, bekleme listeleri varmış. Paris’te yaşayan arkadaşım da ilkokul 3. sınıfa geçen kızı için bir özel okula başvurmuş. Sohbete dahil olan herkesin, üstelik hem Türkiye’de hem de Fransa’da, ücretsiz/burslu aldığı eğitim programlarını hatırlatıp durum analizine başladı: “Fransa eğitim sistemi çöktü.”
Şöyle ki: Geçtiğimiz yıllarda, devlet bütçesinin yetersizliği nedeniyle bazı kesintiler yapılacağı duyurulmuş. Bilin bakalım kesintiyi nerede yapmayı uygun görmüş Fransız politikacılar? Bingo! Öğretmen maaşlarında. Sonra ne olmuş? Düşük maaşlar nedeniyle insanlar öğretmen olmak istemiyormuş, mevcut öğretmenler de daha fazla para kazanabilecekleri işler arıyormuş. Bitmedi. Devlet okullarında öğretmen sıkıntısı nedeniyle boş geçen dersleri doldurmak için Fransızlar bir çare bulmuş: “Sınıfları birleştirelim!”
15 kişiyi geçmeyen sınıfları diğer sınıflara dağıtıyorlarmış. Türkiye’den bildiğimiz, bir öğretmenin eğitim verebileceğinden fazla çocuk içeren sınıfları hatırladım. Sınıflar kalabalıklaşıyor, öğretmenlerin işi daha da zorlaşıyor. Arkadaşım dedi ki: “Keşke sadece öyle olsa. Kayıt az olunca, 2. ve 3. sınıfların müfredatı birbirine yakın diye onları da birleştiriyorlar. Bir sınıfta hem 2. hem de 3. sınıf öğrencilerine ders anlatıyor öğretmen. Köy okulu gibi!”
İtiraf etmeliyim ki, Paris’in nezih bir semtinde mahalle okuluna çocuğunu gönderip köy okulu eğitimi almak benzetmesine çok güldüm. Benzetmenin sebebi sınıfsal bir aşağılama değil; Türkiye’den aşina olduğumuz dışlayıcı eğitim politikasına yapılan göndermeyle Fransa eğitim sisteminin güncel halini özetlemek. Bilindiği üzere, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde, özellikle Kürt nüfusun yaşadığı köylerde, devlet eğitimi ya birkaç köyün çocuklarının yatılı okuduğu bölge okullarında verilir ya da köye bir öğretmen atanır ve yaşları fark etmeksizin köyün bütün çocuklarına, tek bir sınıfta, farklı dersler anlatılır. Dolayısıyla, “farklı yaş—aynı sınıf” politikasının dışlayıcılığı, daha en başta, çocukların eşit eğitim hakkının devlet tarafından ihlal edilmesiyle başlıyor.
Burada bir parantez açarak bahsetmek isterim, Doğu ve Güneydoğu bölgelerindeki eğitim sistemine dair yaygın toplumsal kampanyalar, çoğunlukla, mevzunun sadece toplumsal cinsiyet politikalarına odaklanmıştır. Örneğin, “Baba Beni Okula Gönder” kampanyası. Kız çocuklarının zorla evlendirilmeye maruz kalmaması, metalaştırılarak sözde “başlık parası” adı altında satılmaması ve daha da önemlisi, kendi geleceğini tayin etme hakkına sahip olmalarını hedefleyen bu kampanyada ne eksik? Kesişimsel feminist perspektif; yani, bu kız çocuklarının okula gönderilmemesini sadece ataerkil toplumsal cinsiyet normlarıyla değil, bölgenin etnik kimliği ve yaşam koşullarıyla da birlikte ele almalıyız. Örneğin, anadil, ulaşım şartları ve iş pazarı gibi belirleyici diğer faktörlerle bir bütün olarak analiz edilmeli.
Bu bağlamda, Türkiye’nin eğitimde fırsat eşitsizliğine ve dilin politikasına dair eleştirel bir bakış sunan, 2008 yapımı, İki Dil Bir Bavul filmini anmadan geçemeyeceğim.
Denizlili bir öğretmenin Şanlıurfa’nın Demirci köyündeki bir yılının öyküsü. Öğretmen Kürtçe bilmez, çocuklar Türkçe. Öğretmen ilk kez gördüğü bu coğrafyada, müfredatın ona emrettiğini uygulamaya çalışır, ama bölgenin kendi gerçeklikleri vardır.
Filmdeki ufacık bir kızın kıvrandığı sahnelerde gördüğümüz gibi, tuvalete gidebilmek için izin alınması gerektiğini öğrenmeleri yetmez mesela; “Tuvalete gidebilir miyim?” sorusunu Türkçe olarak söylemeyi de öğrenmeleri gerekir. Okul çağına kadar kullandıkları dil orada yasaklıdır, sınıfta Kürtçe konuşmanın cezası tek ayak üzerinde tahtada dikilmektir.
Neoliberal Ekonomiyle Tanışan Fransa: Eğitimde Kapsayıcılık OUT / Özel Okullar IN
Konuya doğrudan geri dönersek, Fransız siyasetçiler devlet bütçesini nasıl arttırırız demek yerine eğitim kaynaklarını rahatlıkla kısabilmişler. İnsan merak ediyor: Misal, açık kaynaklardan ulaşmaya çalışsak ve Fransa’nın savunma bakanlığı bütçesi ile öğretmen maaşı kesintilerini karşılaştırsak nasıl bir oran görürüz? Arkadaşımın durumu özetlemek için yaptığı “köy okulu” benzetmesi de bunu anlatmayı amaçlıyordu. Yani, Fransa’nın eğitimde kapsayıcı politikadan artık göz göre göre vazgeçmiş olmasını.
Lakin, Avrupa’da özel okullar ile İstanbul’da alışık olduğumuz Fransız kolejleri bir değil. Örneğin, göçmen ebeveynler arasında yeni bir bilgi akışı trafiği başlamış: Hangi özel okul dinî eğitim vermiyor? Bu, böyle sorunca, kulağa İslamî muhafazakâr geliyor ama durum biraz tersten. Paris’teki başarılı özel okullar çoğunlukla Katolik (a.k.a. özel imam hatip) okullarıymış. Dolayısıyla, göçmen ebeveynler, bu okullarda, çocuklarının hem seküler eğitim alamayacaklarından hem de sahip oldukları farklı kimlikler sebebiyle ayrımcılığa uğramalarından endişe ediyorlar. Bir veli anlatmış, eşi Cezayir kökenliymiş ve oğlunun bunu bilen arkadaşları bir gün çocuğa şöyle sormuş: “İsrail’i mi, Filistin’I mi tutuyorsun?” Avrupa futbol kupasından etkilenen oğlu, neyse ki, futbol takımı soruyorlar sanmış. O zaman geldik mi ortak soruya: “Ben çocuklarımı bu tartışmalardan uzak nasıl büyüteceğim?”
Bitirirken, Fransa’da (modern) eğitim kültürünün, ayrıcalıklı sınıftan olmayanların da okuyup çalışarak sınıf atlayabilme imkânı sunmasıyla övündüğünü belirtmek isterim. Pierre Bourdieu, reproduction sociale (Toplumsal Yeniden Üretim) kavramıyla toplumsal sınıf farklılıklarının eğitim aracılığıyla nasıl yeniden üretildiğini açıklıyordu. Ancak aynı zamanda, eğitimin, bireylere sosyal mobilite imkânı sunarak sınıf atlama fırsatı yarattığını da vurguluyordu. Hiç unutmam, Erasmus değişim programıyla Amiens’e gittiğimde, bize Fransız Medeniyeti öğreten hocamız, Fransa’yı övmelere doyamadığı bir noktada hararetle sözünü noktalamıştı: “Benim babam çiftçiydi, ben öğretmen oldum.”
A very short video about how a statue might be packed, unpacked, and installed.
On August 4, 2016, a monumental statue of Athena Parthenos (ca. 170 B.C.) from Pergamon was installed in The Met’s Great Hall. A special loan from the collection of the Pergamon Museum in Berlin, the statue will remain on display in the Great Hall for two years.
Distopya nedir, distopik romanlar bize ne anlatır? Hakan Günday, Zamir romanında, cihanda sulh sağlamayı hedefleyen Cenevre merkezli bir sivil toplum örgütünün barış çalışmaları çerçevesinde, okuyucuya, şimdiki zamanın distopyasını sorgulatıyor.
Kölelik diye tarihsel bir gerçeklik varken hangi distopyadan söz edilebilirdi? Üstelik bir zamanlar Ruanda ya da Bosna’da olanlar sırf Kuzey Amerika’da gerçekleşiyor diye nasıl olur da kıyamet sonrasına tarihlenebilirdi? Böylesine bariz bir ayrımcılık nasıl yapılabilirdi? (…) Dolayısıyla distopya, ancak geçmişi anlatan bir hikâye olabilirdi. Ne de olsa geleceğe dair kurulacak tek bir hayal vardı. Çünkü dünyanın distopik tarihinde henüz görülmemiş tek şey oydu: Ütopya!
Türkiye-Suriye sınırı arasındaki bir mülteci kampında yaşanan patlamadan bir bebek sağ kurtulur. Kamp yetkilileri bebeğin ebeveynlerini bulamaz. Bebek patlamadan sağ çıkmıştır ama yüzü deforme olmuştur. Kampı yöneten All for All Vakfı, bebeği, fon geliştirme kampanyalarının yüzü yapmak üzere önce İstanbul’a götürür. Sonra da uluslararası kampanya etkinliklerinin peşinde dünya turu başlar.
Arapçada vicdan ve gerçek niyet anlamlarını taşıyan kelimenin Türkçede ne anlama geldiğini Yusuf Ali elbette bilmiyordu. Sonuçta o, Suriyeli bir bebeğe isim koyduğunu sanan Arap diline âşık bir şairdi. Yine de vahşi hayvanların sezgilerini andıran, şairlere özgü kehanet yeteneğiyle koyduğu ad, bebeğin kaderine denk düşmüştü. Çünkü her ne kadar Yusuf Ali bundan habersiz olsa da Zamir kelimesinin Rus dilinde de bir anlamı vardı: Barış için…
s. 101
Zamir, vakfın kendisinden beklediği vicdanları ağlatma görevini çocukluğundan gençliğine kadar layıkıyla yerine getirir. Önceleri kendisine verilen metnin dışına çıkmayan Zamir, sivil toplumun kesesini açan yumuşak karınları keşfettikçe, sahnede kendi istediği hikâyeleri uydurur. Sahneden indiğindeyse hep düşünür Zamir. Vakıf çalışanlarının sivil toplum ahlâkına dair iç çatışmalarını, sivil toplumun maddi kaynak yaratmak konusunda toplumsal olaylara karşı uyguladığı ayrımcılığı, yükselen sağ politikayı, cinsiyetçiliği ve ırkçılığı düşünüp anlatır Zamir bize.
Yoğunluklu olarak üniversite yıllarında yaşadığı sorgulamalar, Zamir’in yolunu, Birinci Dünya Barışı Vakfı’na çıkarır. Deforme yüzüyle yıllarca sahede savaştan kurtarılan çocukların hikâyelerini anlatan Zamir, devlet başkanları arasında arabuluculuk yapan sivil bir diplomattır artık.
[Y]edi kişi sunucu olarak görev yapıyordu. Ben de onlardan biriydim. Sunuculuk aslında simgesel ve gerçeğin yanında hayli romantik kalan bir unvandı. Vakıfla imzaladığımız iş anlaşmasındaki görev tanımı basitti: Çatışma ya da savaş halinde olan tarafları birbirine sunmak, yani bir masa etrafında oturup görüşebilmeleri için tanıştırmak ve aradan çekilmek. Vakfın web sitesinde, kuruluş amacı açıklanırken de benzer bir tanım kullanılmıştı. Tam da bir üçkâğıtçının uyduracağı sahte bir iş gibi duruyordu: Barış odaklı diyaloglar üretmek ve geliştirmek…
s. 42
Zamir’in iş tanımında belirtilmeyen ve yazılı olmayan tek kural, aslında işin özü: Barış diyaloglarının yine barış koşulları altında yaratılması zorunlu değil.
Sonuçta ben barış satıyordum. İnsanları, barışmanın ya da birbirlerini öldürmemenin kendileri için daha kârlı olacağına inandırmaya çalışıyordum. Bunun için de her yolu deniyordum. Tehdit, şantaj, hile, yalan, iftira, rüşvet, akla ne gelirse… Bu dünyada bir savaş çıkarmak için ne yapmak gerekiyorsa ben de aynısını barış için yapıyordum.
Dünyanın yeni bir binyıla hazırlandığı Aralık ayının son günlerinde, birbirinden farklı coğrafyalarda yaşanan ve Zamir’den çözüm bekleyen çatışmalar yaşanıyordur. İktidar, zaman içerisinde yükselen aşırı sağ muhafazakâr, anti-feminist, queer-fobik ve ırkçı politikacılardadır. Örneğin, Almanya’da iktidar, en büyük müslüman göçmen grubu olan Türkleri sınırdışı etmeye karar vermiştir.
14 yıl boyunca Almanya’yı önce koalisyonlarla, sonra da tek başına yönetmiş olan aşırı sağ görüşlü parti, iki yıl önce, sayesinde seçimi yeniden kazandığı vaadini mitinglerde dile getirirken kimse yadırgamamıştı. Daha doğrusu yadırgamaya kalkan Almanların bunu yapmaya fırsatı bile olmamıştı. Polis copu ve biber gazı eşliğinde derhal evlerine gönderilerek sesleri daha en başta kesilmişti. Parti temsilcileri o mitinglerde şunları söylemişti: (…)
“Unutmayalım ki bu insanlar bu ülkeye misafir işçi olarak geldi. Ama şimdi misafir kendini ev sahibi sanıyor! Hatta evin azımsanmayacak bir bölümünü kendi zevkine göre çoktan döşedi bile. Bu kabul edilemez!”
(…)
“Türkleri bu ülkeden kovmak, bir nefsi müdafaa hareketidir! Nefsi müdafaa milliyetçilik değildir! Nefsi müdafaa faşizm değildir! Nefsi müdafaa bir hayatta kalma mücadelesidir! Ve Almanya hayatta kalmak için, topraklarındaki en büyük Müslüman topluluk olan Türklerden bir an önce kurtulmalı, kendini arındırmalıdır!”
s. 110-112
Zamir, taraflar arasında ara buluculuk yapmak üzere, ormanda örgütlenen militarist Türk göçmenlerle görüşür. Önce kadınları ve çocukları kurtarıp daha sonra Alman-Türk olduklarını kanıtlamak üzere savaşmaya hazırlanan bu bir grup erkek, Zamir’e, gurbetçi kimliğini de yeniden düşündürtür. Memlekete duyulan hasret, uzaklarda bir coğrafyada terk edilen hayata özlem midir yoksa hiç var olmayan ama tahayyül edilen bir ülkeye mi?
Celal’in hayal kırıklığını anlayabiliyordum. Ne de olsa bu dünyada Türkiye’ye dair fantezileri olan sadece onlar kalmıştı. Bu çağın oryantalistleri Avrupalı ressam ya da şairler değil, gurbetçi denilen insanlardı.
Almanya gibi İngiltere’de de rüzgâr göçmen toplulukların aleyhine esiyordur. Hükümet, ülkede hangi göçmenlerin kalacağına dair bir rapor hazırlamıştır. Bu rapor kamu tarafından duyulursa iç çatışma çıkabilir; eğer kamu bilgilendirilmezse göçmenler insan haklarına aykırı bir şekilde sınır dışı edilecektir. Zamir tarafını seçmek zorunda.
Britanya’daki bütün azınlıkları listeliyorlar. Sonra da her birinin topluma kattığı sosyoekonomik ve kültürel değerleri inceliyorlar. Buna göre de o azınlığa bir puan veriyorlar. Buna fayda endeksi deniyor. Sonra da bir azınlığın fayda endeksine bakıp toplam nüfusa oranının ne olması gerektiğini hesaplıyorlar. Yani her azınlık için bir nüfus kotası belirleniyor.
s. 63
Sunucuların görevi, Zamir’e sorsalar, bütün dünyayı bir harp alanı gibi görmek ve irili ufaklı bütün savaş ihtimallerini tespit ederek barış için hareket etmek. Birinci Dünya Barışı Vakfı’na göre barış, ne pahasına olursa olsun can kaybını önlemek demek. Peki, nefes almak yaşamak mı?
Bizim işimiz insan haklarıyla ilgili değildi. Bir bölgedeki düşünce ya da seyahat özgürlüğüyle zerre kadar ilgilenmezdik. Bir toplumdaki eşitlik ya da adalet düzeyini asla umursamazdık. Bizim işimiz, çatışma çıkmamasıyla ilgiliydi… Bunun doğal sonucu da insanların hayatta kalmasıydı. Sonrasında o hayatlarla ne yapacakları onların sorunuydu. Dolayısıyla bizim için, faşist bir devlete karşı çıkabilecek bir ayaklanmayı önlemek, bazı durumlarda, barışı sürdürmek anlamına geliyordu. (…) Tabii bunun sonucunda da milyonlarca sivil, başlarındaki diktatörlerin ordularıyla savaşırken ölmüyor ama baskı altında yaşamaya devam ediyordu. Hangisini tercih ettiklerini insanlara sormuyorduk. Özgürlüğü mü yoksa hayatta kalmayı mı? Onların yerine karar veriyorduk.
Çocukluğunun bir kısmını İstanbul’da geçiren Zamir, yeni binyıla hazırlığın son günlerinde, Türkiye’nin anti-demokratikleşme sürecini hem kişisel ilgiyle hem de mesleği gereği yakından takip eder.
Çünkü az önce Anayasa Mahkemesi, Türk hükümetinin plebisit kararına karşı, ana muhalefet partisi tarafından yapılan itirazı reddetmişti. Buna göre, planlandığı gibi 1 Ocak’ta Türkiye’de bir plebisitin amacına son derece uygundu. (…) [B]u plebisitte Türk halkına tek bir soru sorulacaktı: Allah var mı?
s. 46-47
Belki de, plebisit sonrası içe dönük bir ekonomiye dönen Türkiye’de, dönemin devlet başkanının vatandaşlara sunduğu vaadlerdir Zamir’e distopya ile ütopya arasında şimdiki zamanı nereye koyduğumuz ve aslında koymamız gerektiğini düşündürten.
Kimse endişelenmesin! İlaç ve gıda temininde asla sıkıntı çekmeyeceğiz. Evet, belki yurtdışıyla ticaretimiz kısıtlanacak ama inanın bana, çok daha mutlu bir Türkiye olacak. Çünkü artık muhalefetin iktidarla kavgası bitecek. Bütün bir millet olarak, tek yumruk olacağız. Bugün bizi dünyadan kopartmak isteyen düşmanlarımızın karşısında, tek vücut olup bir dağ gibi yükseleceğiz! O arada da herkes şunu anlayacak: Türkiye’nin olmadığı bir dünya boş bir sahnedir! Ama o zaman da bakalım, biz onlarla ticaret yapmak isteyecek miyiz? Belki de bu defa biz onlara ambargo uygulayacağız! Bilemiyorum, belli olmaz. Ama kesinlikle, belli olan bir şey var. O da şu: Biz bize yeteriz! Hatta yeter de artarız!
Sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerine ve proje fon ekonomilerine Zamir’in gözünden bakınca insan kendi sınırlarını da yeniden gözden geçirme ihtiyacı duyuyor: Barış uğruna elini ne kadar kana bularsın? Hangi bilgiyi çatışma çıkmaması uğruna saklarsın? Birinin haksızlığa uğradığını gördüğünde sesini çıkartır mısın? Ne zaman çıkartırsın ya da ne zaman susarsın?
İki ihtimal var. Ya bu rakamların sahte olduğu kamu oyuna açıklanacak… Ya da açıklanmayacak. Sizce hangi durumda İngiltere’de kan dökülür? Çünkü aslında Birinci Dünya Barışı Vakfı olarak bizi ilgilendiren tek konu bu. (…) Sizce hangisini yapalım? Gerçeği açıklayalım ve İngiltere’de bir iç savaş mı çıksın? Yoksa her şeyi unutalım ve barış hali devam mı etsin?
s. 66 – 67
Peki, bu, bize müzeler hakkında ne söylüyor?
Şiddetin Eleştirisi metninde, Walter Benjamin, bir eylemin şiddet içerip içermediğini anlamak için amaçlara değil araçlara bakmak gerektiğini anlatır. Tetiği çekip birini öldürmek şiddettir. Ama bunu vatanınızı kurtarmak için yaptığınızı söylerseniz kahraman asker olursunuz. Eğer herhangi bir devlet tarafından resmi olarak tanınmayan silahlı bir örgüt tetiği çekerse asker değil, gerilla olur. En yalın ifadesiyle, amaç, şiddet eylemini meşrulaştırmak için araçsallaştırılmaya müsaittir. O zaman, Birinci Dünya Barışı Vakfı’nın ön gördüğü ve Zamir’in uyguladığı tehdit, şantaj, hile, yalan, iftira, rüşvet ve akıllara gelen diğer her şey barış yolunda mübah mı?
Kâr amacı gütmeyen kurumlar olarak müzeler, bilgi aktarımında ve yaymada sivil toplumun temel yapı taşlarından biri. Biraz Zamir gibi düşünürsek: Yüksek bütçeli bir sergi planladınız, sponsor arıyorsunuz. Bir şirket serginizi desteklemek istediğini söyledi. Görüşmeler sırasında fark ettiniz ki şirketin Afrika’da madencilik ortaklıkları var. “Sizce hangisini yapalım?” Teklifi reddedelim ve sergi ya iptal olsun ya da planlama uzasın? Yoksa kamunun bu ortalıktan haberi olmasın, kara parayı yararlı paraya çevirelim ve şirket popülerlik kazansın?
Ya da en basit haliyle: Etik sınırı nerede çiziyoruz?
This website uses cookies to improve your experience. We'll assume you're ok with this, but you can opt-out if you wish. Cookie settingsACCEPT
Privacy & Cookies Policy
Privacy Overview
This website uses cookies to improve your experience while you navigate through the website. Out of these cookies, the cookies that are categorized as necessary are stored on your browser as they are as essential for the working of basic functionalities of the website. We also use third-party cookies that help us analyze and understand how you use this website. These cookies will be stored in your browser only with your consent. You also have the option to opt-out of these cookies. But opting out of some of these cookies may have an effect on your browsing experience.
Necessary cookies are absolutely essential for the website to function properly. This category only includes cookies that ensures basic functionalities and security features of the website. These cookies do not store any personal information.