Devlet ve vatandaş arasındaki kurumsal ilişkilerin en görünür olduğu mekânlar kentlerdir. Kentlerdeki her dönüşüm devletle vatandaş arasındaki ilişkilerin de değişmekte olduğunun göstergesidir.
Kentsel dönüşüm projelerinin, özellikle Gezi Parkı mücadelesinden sonra daha da hararetli tartışıldığı bu günlerde itinayla okunması gereken İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali, Ayşe Çavdar ve Pelin Tan tarafından derlenen bir kitap. Dünyanın pek çok farklı kentinde yaşanan bu değişim süreçleri son yıllarda vatandaşlık, mülkiyet ve sosyal haklar gibi egemenlik eksenindeki araştırmalarla yürütülürken, temel eksenin istisna kavramına yapılan gönderme olduğunu belirten Çavdar ve Tan, İstanbul’un karmaşık tarihsel ve toplumsal geçmişini yine bu istisna kavramı üzerinden tartışmaya açıyorlar.
Bu kitap öteden beri ‘müstesna’ bir şehir olarak tarif edilen İstanbul’da istisna halinin hangi süreçler çerçevesinde şekillendiğini, bir başka deyişle devlet-vatandaş ilişkilerindeki değişimin dinamiklerine ve bu dinamiklerin vatandaş-vatandaş ilişkilerine nasıl yansıdığını tartışmak üzere kurgulandı.
İstisna kavramı, Carl Schmidtt’in Siyasi İlahiyat kitabında karşımıza çıkar. Schmidtt, egemenlik kavramını tartıştığı bu kitapta Nazi döneminin toplama kamplarının olağanüstü hâl durumunu inceler. Schmiddt’e göre, ”egemen, olağanüstü hâle karar verendir.” Kutsal İnsan kitabında Agamben, istisnai hali yeniden sorgular ve ona göre:
Egemen, coğrafya üzerinde kendi meşruiyetine dayanarak tanımladığı herhangi bir istisna durumunu kontrol ederek ya da yine herhangi bir gerekçeyle -bunu yaparken insanlık suçu bile işliyor olabilir- bir istisna hali yaratarak kendini yeniler. Böylesi bir durumda istisna hali bu tanımlanmış dışlama alanında vücut bulur, somutlaşır.
Dokuz makalenin yer aldığı kitapta İstanbul’daki kentsel dönüşüm hukuksal ve siyasal düzenlemeler, toplumsal değişim, ekonomik etkenler, kentle kurulan bireysel ilişkide ortaya çıkan yeni etmenler vb. kapsayacak şekilde kent hakkı kavramı üzerinden tartışılıyor.
Tayfun Kahraman, mevcut hukuksal düzenlemelerin hangi kesimlere ayrıcalıklı imar hakları ve kentsel rant sağladığını sorduğu makalesinde, devletin düzenleyici rolünü bir tarafa bırakıp, seçkinleştirici bir işlev üstlendiğini belirtiyor.
Kent mekânını düzenleyen kanunların hazırlanma biçimi, yöntemi ve içeriğinin de gösterdiği üzere bu yeni dönemde devletin meşruiyeti, değer yaratma potansiyeli ile ölçülüyor. Kente dair hukuksal düzenlemeler de alt gelir gruplarını kent merkezlerinden çeperlere doğru iterek, merkezde değer yaratmayı hedefliyor.
“İnşaat sektörünün efendisi” olarak tanımladığı TOKİ’nin gücünü ve gücünün kaynağını tartıştığı yazısında Jean-François Perouse, TOKİ’nin varlığının yanlış anlamalar üzerine kurulu olduğunu söylüyor: “TOKİ tarafından ‘sosyal konut’ adı altında sunulan emlak ürünlerinin alıcıları, aslında bu konutlara muhtaç olanlar değil.” TOKİ’nin satış fiyatı, taksitlendirme seçenekleri ve evlerin mimari özelliklerini değerlendiren Perouse’a göre, “rakamları göz önünde bulundurarak aylık taksidi, asgari ücreti aşan bir konutu ‘sosyal konut’ diye adlandıran bir kurumun, sürekli vurguladığı konut sorununa ‘gerçeküstücü’ bir yaklaşım geliştirdiğini söyleyebiliriz.”
Sırf ‘mülk sahipliği’ statüsüne erişime odaklanarak TOKİ, başka ülkelerde yaygın olan sosyal konut politikalarının önemli bir boyutunu reddetmiş oluyor. Bu boyut, piyasadan arındırılmış, kanun tarafından yardım edilen/desteklenen kiralık konut sektörüdür.
Prestij konut anlayışının kentsel nüfusa olan etkisini değerlendiren Alev Erkilet, kapalı yerleşmelerin (gated communities) birleştirici ve bütünleştirici rolünü yerine getiremediğini, tam tersine, dışlayıcı bir kent kimliği yarattığını vurguluyor.
Kapalı yerleşmeler, prestij konut alanları, adı ne olursa olsun toplumsal dışlama esasında işleyen her türlü yerleşme biçimi, mahalle olgusunun sağladığı dayanışma, koruma, gözetme imkânlarıyla mukayese edilemeyecek oradan zayıf kalır. Dahası kentsel ayrışma, yol açtığı çatışma potansiyelleri nedeniyle pek çok toplumsal tehlikeyi de beraberinde getirir.
Şehrin merkezinden uzakta, güvenlikli sitelerdeki orta sınıf ev halini bizzat o sitelerden birinde yaşayarak deneyimleyen Ayşe Çavdar, site sakinlerinin bu tür konutları tercih etmelerinin sebeplerini araştırıyor. Komşularla yaptığı görüşmelerde farklı gerekçeler dile getirilse de ortak kanı, şehrin kalabalıklığında hissedilen korku. Çavdar, güvenlikli sitelerde hızla kurulamayan ilişkilerin site sakinlerinde güvensizlik duygusu yarattığını ve bu durumun da bu tür sitelere taşınmadaki beklentilerin tam tersinin ortaya çıkmasına neden olduğunu belirtiyor.
2000 aile için yapılmış, şehirdeki apartmanlarla karşılaştırıldığı zaman lüks gibi görünse de aslında bahçe duvarları ve sıkı sıkıya kurallarla şekillendirilmiş peyzaj düzenlemesi dışında pek de büyük bir farklılık vaad etmeyen bir siteyi hayal etmeye çalışın. Bu devasa alan ve değil sitedeki, bloktaki herkesle tanışmanın imkânsızlığı kaçınılmaz bir içe kapanmayı, içe kapanmaysa şehirdekine hiç de benzemeyen, güvenilecek kimsenin olmadığı devasa, kimliksiz bir alanda tek başınalıktan doğan yeni bir korkuyu beraberinde getiriyor.
Sulukule Platformu üyeleri Sulukule’nin adını değiştirebilecekler mi? (2007-2013) diye sorarak, bu dönüşüm süreçlerini aktarıyor. Platform’un yatay, açık ve pozitif eylemliliği benimseyen yapısını ve yıkımdan sonra da toplulukla ilişkileri sürdürerek yürüttüğü dönüştürücü, destekleyici faaliyetlerini tartışmaya açıyor. “Bir kentsel mücadeleyi başarılı ya da başarısız kılan nedir?” sorusunu hem kendine, hem izleyenlere soruyor.”
– Aslı Kıyak İngin, Sulukule Günlüğü
Aslı Kıyak İngin ve Tolga İslam, Sulukule Yenileme Projesi üzerinden devletin kentsel dönüşümü nasıl meşrulaştırdığını ve bu meşrulaştırmanın kent halkı tarafından kabul görmesi için nasıl stratejiler geliştirdiğini tartışıyor.
Yerel yönetimlerin kentsel dönüşüm projelerini meşrulaştırmak için kullandıkları stratejilerden biri, uygulama yaptıkları mahallelerin enformel karakterini vurgulamak ve yenilemeyi enformelite ile ilgili problemleri çözmek için bir reçete olarak sunmak. Bu yöntemin örneklerinden biri olan Sulukule Yenileme Projesi, mevcut topluluğu ve tarihi kent dokusunu yok ederek, buradaki arsa değerlerini arttıran ve spekülasyon yaratan bir araca dönüştü. Projenin uygulamasındaki üç yeni politik ve yasal araç önemli rol oynadı: Daha büyük ölçekli dönüşümleri mümkün kılan yeni yetkiler, yeni kamulaştırma yetkileri ve finans modelleri.
J. Rancière’in görünürlük biçimleri olarak adlandırdığı olgu açısından, politik alana etki eden sanatsal temsillerin, başka bir ifadeyle kentsel dönüşüme karşı çıkan sanatsal eylemlerin, yerelin çokkültürlülüğünü nasıl yayacağını inceleyen Pelin Tan’a göre, ”yerellikler için tekil bir temsiliyet biçimi bulmak olanaksızdır.”
Sanatçıların ve mahalle sakinlerinin, süregelen kentsel dönüşüm veya kentsel özelleştirme sürecine müdahale edebilmek için belirli meselelere odaklanmalarına izin veren, farklı alanlardan pratikler için bir çevre, bir platform yaratmak, sadece sanatsal pratiklerin yayılımını sağlamak için değil, kolektif sorumlulukla eyleme geçmek adına da etkili bir yol. Sanat projeleri, alternatif platformlar ve karşı-kültürel mekânlar yaratarak, eylemler ve bunlarla ilişkili direniş söylemlerini de mekânsal politikaların eşliğinde üretebilirler.
Kentsel dönüşüm projelerine nasıl karşı durulacağının, herkesi içine alacak ortak muhalefet dilinin nasıl ortaya çıkması gerektiğinin tartışıldığı söyleşide Erbay Yücak, problemin birey-kent arasındaki ilişkide bulunduğunu belirtiyor: ”Kentle kurduğum ilişkide bütün bunların yararlanıcısı değilsem, senin değer olarak gördüğün şeyi de değer olarak saymam.”
Birileri çıkıyor, 15 milyon için bir şey söylüyor ama ardında 200 kişi toplanıyor sadece. Böyle üretilen her pratik muktedir olana da ‘senin söylediğin doğru olsa diğerleri de sahip çıkar’ gibi güçlü bir argüman sağlıyor. Bu 200 kişi ise iki şey yapmış oluyor: Kendi farkındalığıyla tepkisini ifade etmiş oluyor. Bir de medyanın buna yer verebildiği oranda ötekine ulaştığını zannediyor. Burada esaslı bir sorun var. O kavram ya da bu kavram. Eğer bütünden bakacaksak, bir defa 15 milyonun bütünü algılamasını sağlayacak bir yol yürümedikçe, onun gıyabında ve ona rağmen konuşuyor olacağız.
Gezi Parkı mücadelesi sadece İstanbulluların değil, tüm Türkiye’nin kentsel dönüşüme hayır dediği bir direniş. Bugün nükleer santraller, çöp toplama alanları, sit alanlarının yerleşime açılması vb. ile Türkiye’nin birçok farklı kentinde de aynı sorunların var olduğunu biliyoruz. Ayşe Çavdar ve Pelin Tan tarafından hazırlanan İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali kitabı, bir yandan, bugün tartışmakta olduğumuz tüm bu kentsel dönüşüm sürecini anlamamıza yardımcı oluyor, bir yandan da bununla nasıl mücadele etmemiz gerektiğine dair farklı görüşleri, yöntemleri ve tartışma biçimlerini içeriyor.
Beyoğlu Belediyesi tarafından hazırlanan Tarlabaşı Kentsel Dönüşüm videosunda mahallenin geçmişteki ihtişamının günümüzde kaybolduğu ve bu proje ile birlikte mahallenin güzelleştirileceği anlatılıyor. Başka bir ifadeyle, burada yaşayan halk, bu halkın sahip olduğu öznel kültür ve yaşam biçimleri yok edilerek mahalle “yenileniyor”.
Kentsel dönüşüm projelerine biraz daha detaylı incelemek için, Türkiye’deki sermaye ilişkilerini üç farklı harita ile anlatmayı amaçlayan Mülksüzleştirme Ağları‘na da bakabilirsiniz. Burak Arıkan’ın önderliğinde yürütülen atölye çalışmalarının sonunda ortaya çıkarılan bu haritalar aracılığıyla, kentsel dönüşüm projelerini gerçekleştiren firmaları ve bu firmaların diğer projelerini inceleyerek nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu görebilirsiniz.
*Bu yazı daha önce sanatblog’da yayınlanmıştır.