Haziran ayı, lezbiyen, gay, biseksüel, trans, interseks ve bütün toplumsal cinsiyet ve cinsel kimliklerin varoluşunun anılması ve kutlanması için, tüm dünyada, LGBTİ+ Onur Ayı (Pride Month) olarak belirlenmiştir. 28 Haziran 1969’da New York’ta Greenwich Village semtinde yer alan Stonewall adındaki bir bara yapılan polis baskını sonrasında eşcinseller bir dizi gösteri ve direniş başlatmıştı. Stonewall ayaklanmaları olarak tarihe geçen bu direnişin yıldönümünü anmak için düzenlenen Onur Yürüyüşleri (Pride Parade) zaman içinde gelişip genişleyerek bütün bir aya yayılmıştır. Günümüzde, Onur Ayı kapsamında hem LGBTİ+ haklarına görünürlük sağlanması hem de LGBTİ+ kültürünün kutlanması için bir dizi yürüyüş, gösteri ve etkinlik düzenlenir.
Onur Ayı — LGBTİ+ haklarının savunuculuğu
Onur Ayı boyunca sosyal medya da LGBTİ+ haklarına dair farkındalığı yaymak, çeşitliliği kutlamak ve insanların kendilerini ifade etmeleri için güvenli bir alan yaratmak için kullanılan etkin araçlardan biridir.
Ancak LGBTİ+ haklarını savunmak sadece LGBTİ+ların vermek zorunda bırakılacağı bir mücadele olmamalı. Biyolojik cinsiyeti ile toplumsal cinsiyeti ve cinsel kimliği uyumlu olan (cishet — cisgender ve heteroseksüel) düzcinseller de LGBTİ+ların özgürlüğünü temel insan hakları kapsamında savunabilmeliler. Ama nasıl?
LGBTİ+ların yerine konuşmayın — LGBTİ+ların konuşması için alan açın
Dilinizi Kontrol Edin: Mevzu sadece artık defalarca tekrarlanmış cinsiyetçi küfürleri etmemek değil. “Farklı” ya da “değişik” gibi insanların kimliklerini marjinalleştiren ifadelerden de kaçının.
Çeşitliliği Kabul Edin: İnsanlar sizin yaşadığınız hayatları yaşamıyor olabilirler. Bu, onları “farklı” ya da “değişik” yapmaz; hayatın ve dolayısıyla kimliklerin çeşitliliğini gösterir.
LGBTİ+ Hareketinin Araçsallaştırılmasına Karşı Durun: Literatüre Pink Washing olarak dahil olan ve LGBTİ+ hareketini destekler gibi görünerek onu aslında ticaret için araçsallaştıran markalardan uzak durun ve siz de kendi sosyal medya görünürlüğünüz için LGBTİ+ hareketini nesneleştirmeyin. Bir hareketi desteklemek ile parçası olmadığınız bir hareketin savunusu/sözcüsü olmak arasındaki farkı unutmayın.
Safları Sıklaştırın: LGBTİ+ların yaşam haklarını korumak için onların yanında olun ama onların taleplerini onlar adına dile getirmeyin. Bunun için LGBTİ+ların ve LGBTİ+ derneklerin sosyal medya paylaşımlarını beğenebilir ve yeniden dolaşıma sokabilirsiniz. İçeriklerine yorum yazabilir ve etkileşimlerini arttırarak seslerini güçlendirebilirsiniz.
LGBTİ+ların Çalışmalarını Maddi Olarak Destekleyin: Mücadelelerini geliştirmek ve güçlendirmek için öz örgütlenme modeliyle kurulan LGBTİ+ derneklerine maddi bağış yaparak ya da ürettikleri ticari ürünlerden satın alarak LGBTİ+ların kendi sözlerini söyleyebilecekleri alanları açmaları için destekleyebilirsiniz.
LGBTİ+ Hakkında Daha Fazla Bilgi Edinin: Onur Ayı hem bir kutlama hem de LGBTİ+ların tarihi ve mücadelesine dair bilgi edinme zamanı. LGBTİ+ kitapları, filmleri, dizileri ve belgeselleri hakkında daha fazla bilgi sahibi olabilir ve bu kaynakları okumak ve izlemek için biraz daha fazla zaman ayırabilirsiniz. Bu kaynakları sosyal medyada paylaşarak LGBTİ+ mücadelesinin ve kültürünün görünür olmasını sağlayabilir ve başkalarını da LGBTİ+fobiye karşı durmnak için harekete geçirebilirsiniz.
Etiketlenmekten Korkmayın: Mahalleli beni de “öyle” mi zanneder korkusunu bırakın çünkü zaten “öyle” olmak bir “suç”, “günah” ya da “eksiklik” değil. Sosyal medya paylaşımlarınızla LGBTİ+fobiye karşı durarak toplumsal cinsiyet ve cinsel kimliklerin çeşitliliğini kabul ettiğinizi, herkesin özgür yaşam hakkını savunduğunuzu ve hiçbir insanın sahip olduğu kimlik(ler) sebebiyle marjinalleştirilmemesi gerektiğini söyleyebilirsiniz.
Onur Ayı Boyunca Hatırlayın ve Hatırlatın: Temel insan hakları herkes içindir ve Onur Ayı çeşitliliğin ve kapsayıcılığın görünür kılınıp kutlandığı bir aydır.
Toplumun çoğunluğunu oluşturan düzcinsellerin, yapısal ve kurumsal ataerkil şiddet sebebiyle daimî olarak marjinalleştirilen ve hedef gösterilen LGBTİ+ları Onur Ayı boyunca sosyal medyada desteklemeleri ve görünürlüklerini arttırmaları *herkes için özgürlük* talebinin gerçekçi bir adımıdır.
Ama hep akılda tutarak: LGBTİ+ların yerine konuşmadan; LGBTİ+ların konuşması için alan açarak.
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı açıklandığında, AKP’nin ilk dönemlerinde yapılan ateşli tartışmalardan biri düştü aklıma istemsizce:Mahalle baskısı. Ruşen Çakır, 2007’de, Religion, Society and Modernity in Turkey adlı kitabı üzerine sosyolog Şerif Mardin’le bir röportaj yapmıştı. Şerif Mardin, AKP politikalarını değerlendirdiği bu röportajda, mahalle baskısı kavramından ilk kez bahsettiğinde ortalık ayağa kalkmıştı.
Bu sosyolojik kavram, yaygın olarak, laikliğin önünde bir tehdit olarak algılanmış ve buradaki tartışmalarda “yetmez ama evetçiler” olarak adlandırılan politika eleştirilerin hedefi olmuştu. Çok az bir kesimse kavramın geliştirilmesi gerektiğini ve bu haliyle doğru anlaşılmadığını savunuyordu. (Tahminlerim olmasına rağmen) kimle konuşuyorduk tam hatırlamıyorum, sosyoloji hocalarımdan biri, Şerif Mardin’in mahalle baskısı kavramıyla ‘AKP’nin ileride yaşayabileceği toplumsal baskıyı’ işaret etmeye çalıştığını anlatmıştı o dönem.
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını duyduğumda, “o zaman, bu zamanmış” diye düşündüm.
Tartışmalar neydi diye geriye dönüp okumak istediğimde Ruşen Çakır’ın hazırladığı kitaplakarşılaştım. Röportajın orijinali ve o dönemin köşe yazılarının derlemesinden oluşan kitabı 2021 baharında okurken Walter Benjamin’i andım: Angelus Novus – gelecekten gelen ve bugünü anlamak için geçmişi kavramsallaştırmaya çalışan “tarih meleği.”
Paul Klee | Angelus Novus
“Klee’nin ‘Angelus Novus’ adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üstüste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket.”
Şerif Mardin’in röportajını 20 yıllık AKP politikalarının yaşanmışlığıyla okuduğumda, o enkazın altında, önemli bir sosyolojik uyarıyı toplumsal olarak nasıl ıskaladığımızı gördüm.
Benim yorumladığım kadarıyla, Şerif Mardin, “iyi güzel siz İslami hayatı kentte böyle modern yaşıyorsunuz da bu işin bir de Anadolu tarafı var; onları bu sürece nasıl dahil edeceksiniz ya da eğer edemezseniz de Anadolu’nun bu mahalle baskısıyla nasıl baş edeceksiniz?” demiş. Bu kendi dilimde ifade ediş, akabinde, bana şu soruları düşündürttü: Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı ile küresel yükselen anti-gender (toplumsal cinsiyet karşıtlığı) hareketleri birbirlerinden nasıl etkileniyor? 2011’den 2021’e hem ulusal hem de ulusötesi AKP politikaları nasıl değişti? Özetle, son 10 yılda tam olarak ne oldu da Türkiye sözleşmeyi ilk imzalayandan sözleşmeden ilk çekilen ülke konumuna döndü? Mercator-IPC araştırma projemde bu soruların peşine düştüm aslında. Ancak bu yazıyı o araştırma projem için yazmıyorum. Burada mevzu, Kızıl Goncalar – televizyon dizisi.
Köşeleri sivriltilerek tek tipleştirilmiş laik ve muhafazakâr karakterleriyle Kızılcık Şerbeti’nin yarattığı gündem (reyting diyelim) ortadayken, aynı yapımcı yeni bir dizi sürdü piyasaya – bu sefer de biraz Kemalistleri ve tarikatları karikatürize etmez miydik? Bilemedik. RTÜK, gelen şikayetler üzerine, (şimdilik) 2 haftalık yayın durdurma cezası verdi. Ben yine Şerif Mardin’i, Türkiye’yi İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına götüren süreçte tarikatların etkinliğini ve 2023 genel seçimlerinde sıkça gündeme gelen devletin tarikatlaşmasını hatırladım. Kızıl Goncalar dizisine ve yarattığı toplumsal tepkiye baktığımda gördüğümü yazmak yerine, bu sefer, iki video bırakıyorum ilgilisine.
İzlerken, Marx’ı, Das Kapital’i ve şu sözünü birlikte düşünmeli insan: “Din, toplumların afyonudur.”
Gazeteci İsmail Arı’nın yolu, Kızılay üzerine araştırma yürütürken, Menzil tarikatıyla kesişmiş. İncelediği belgelerde, Kızılay’ın satın aldığı ürünlerin Menzil tarikatına ait şirketler olduğunu gördüğünde, önce, tarikatın sağlık sektöründeki yapılanmasının izini sürmüş. 2012’de hükümet yetkililerinin katılımıyla gerçekleştirilen EMSEY HOSPITAL açılışının ikonik bir görsel olduğunu belirten Arı, özellikle Menzil tarikatında üst düzey bir yöneticinin tanıklığıyla, bu toplumsal (siyasi) ilişkilerin peşine düşmüş. Menzil’in Kasası isimli kitabının tanıtımı için verdiği bu röportaj, bir anlamda, Kızıl Goncalar dizisinde portresi çizilen tarikat yapısının günümüz koşullarındaki arka planını sunuyor.
“Adına hizmet diyorlar. (…) Ne yapacaksın? Ücretsiz orada [Menzil köyünde] faaliyette bulunacaksın. Belki on gün yolları süpüreceksin. Belki bir hafta mutfakta temizlik yapacaksın. İnşaat işi varsa inşaatta çalışacaksın. Hatta cemaat mensupları, yıllık iznini kullanıp oraya bu hizmet adı altında gidenler var. Yılda [bir insanın] izni 21 gün; o 21 günü orada hizmet adı altında çalışmak için harcıyor ve sonra geri dönüyor. Hatta deniyor ki polisler, askerler dahi yıllık izinlerini bir kısmını hizmet adı altında orada geçiriyorlar. [Kaynağımıza göre] cemaati yöneten şeyhlerin korumalarının da bu şekilde oluştuğu. En başta söyledim, uzman çavuş, astsubay arasında çok örgütlüler diye. Örneğin, İstanbul’daki bir polis memuru 15 gün izne ayrılıyor ve oraya gittiğinde hizmeti de Menzil’in şeyhlerine korumalık yapmak. 15 gün onun izni bitiyor döneceği zaman bir Jandarma uzman çavuş gidiyor. Belinde zaten taşıyabildiği, mesleğinin gereği silahı var, yıllık izninde şeyhin korumalığını yapıyor ve bu döngü sürekli devam ediyor.”
İsmAİL ARI
2: Mustafa Öztürk, Kızıl Goncalar Kimden Yana?
İlahiyatçı akademisyen Mustafa Öztürk, doğrudan tekke ve tarikatların tarihi dönüşümü üzerine bilgiler sunarken, Kızıl Goncalar dizisinin, aslında, dile getirdiği konular çerçevesinde (gizli) siyasi bir mesaj (amaç) içerdiğini iddia ediyor. O da şu: Bu ülkede kutuplaşma son bulacaksa, bu, ancak muhafazakârların şefkati, hoşgörüsü ve merhametiyle olacak. Başka bir ifadeyle, Öztürk, dizinin eleştiri perdesi arkasında belli bir yaşam biçiminin propagandasını yaptığını savunuyor. Bu tersten teorisininnin doğrulandığını ya da yanlışlandığını göreceğiz.
“Dizinin bir derinliği var, o diziyi kurgulayan zihniyetin de bir derinliği var… Zeynep, Meryem, mazlumlar… Hele hele bir de Birgül Hanım var ki… Diğer taraf mutant yani… Ve onlar öyle güzel yürekliler ki taş kesilmiş kalpleri bile yumuşatıyorlar… Gene puan kimin hanesine yazılıyor hocam? Gene muhafazakârlara… Eğer bu dizi şak diye kesilirse benim bütün teorilerim çöker.”
Geçenlerde bir arkadaşımın kızı Paris’te ilkokula gidiyor, onunla telefonla konuşurken Türkiye’deki özel okul fiyatlarından bahsettik ve konu yurt dışında çocuk okutmaya geldi. Meğer Avrupa’da da her şeyi devlet okulları çözemiyormuş. Ebeveynler son yıllarda çocuklarını daha çok özel okullara yollamaya başlamışlar. İyi özel okulların fiyatları İstanbul’dakilerle kıyaslanamayacak kadar düşük olsa bile, bekleme listeleri varmış. Paris’te yaşayan arkadaşım da ilkokul 3. sınıfa geçen kızı için bir özel okula başvurmuş. Sohbete dahil olan herkesin, üstelik hem Türkiye’de hem de Fransa’da, ücretsiz/burslu aldığı eğitim programlarını hatırlatıp durum analizine başladı: “Fransa eğitim sistemi çöktü.”
Şöyle ki: Geçtiğimiz yıllarda, devlet bütçesinin yetersizliği nedeniyle bazı kesintiler yapılacağı duyurulmuş. Bilin bakalım kesintiyi nerede yapmayı uygun görmüş Fransız politikacılar? Bingo! Öğretmen maaşlarında. Sonra ne olmuş? Düşük maaşlar nedeniyle insanlar öğretmen olmak istemiyormuş, mevcut öğretmenler de daha fazla para kazanabilecekleri işler arıyormuş. Bitmedi. Devlet okullarında öğretmen sıkıntısı nedeniyle boş geçen dersleri doldurmak için Fransızlar bir çare bulmuş: “Sınıfları birleştirelim!”
15 kişiyi geçmeyen sınıfları diğer sınıflara dağıtıyorlarmış. Türkiye’den bildiğimiz, bir öğretmenin eğitim verebileceğinden fazla çocuk içeren sınıfları hatırladım. Sınıflar kalabalıklaşıyor, öğretmenlerin işi daha da zorlaşıyor. Arkadaşım dedi ki: “Keşke sadece öyle olsa. Kayıt az olunca, 2. ve 3. sınıfların müfredatı birbirine yakın diye onları da birleştiriyorlar. Bir sınıfta hem 2. hem de 3. sınıf öğrencilerine ders anlatıyor öğretmen. Köy okulu gibi!”
İtiraf etmeliyim ki, Paris’in nezih bir semtinde mahalle okuluna çocuğunu gönderip köy okulu eğitimi almak benzetmesine çok güldüm. Benzetmenin sebebi sınıfsal bir aşağılama değil; Türkiye’den aşina olduğumuz dışlayıcı eğitim politikasına yapılan göndermeyle Fransa eğitim sisteminin güncel halini özetlemek. Bilindiği üzere, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde, özellikle Kürt nüfusun yaşadığı köylerde, devlet eğitimi ya birkaç köyün çocuklarının yatılı okuduğu bölge okullarında verilir ya da köye bir öğretmen atanır ve yaşları fark etmeksizin köyün bütün çocuklarına, tek bir sınıfta, farklı dersler anlatılır. Dolayısıyla, “farklı yaş—aynı sınıf” politikasının dışlayıcılığı, daha en başta, çocukların eşit eğitim hakkının devlet tarafından ihlal edilmesiyle başlıyor.
Burada bir parantez açarak bahsetmek isterim, Doğu ve Güneydoğu bölgelerindeki eğitim sistemine dair yaygın toplumsal kampanyalar, çoğunlukla, mevzunun sadece toplumsal cinsiyet politikalarına odaklanmıştır. Örneğin, “Baba Beni Okula Gönder” kampanyası. Kız çocuklarının zorla evlendirilmeye maruz kalmaması, metalaştırılarak sözde “başlık parası” adı altında satılmaması ve daha da önemlisi, kendi geleceğini tayin etme hakkına sahip olmalarını hedefleyen bu kampanyada ne eksik? Kesişimsel feminist perspektif; yani, bu kız çocuklarının okula gönderilmemesini sadece ataerkil toplumsal cinsiyet normlarıyla değil, bölgenin etnik kimliği ve yaşam koşullarıyla da birlikte ele almalıyız. Örneğin, anadil, ulaşım şartları ve iş pazarı gibi belirleyici diğer faktörlerle bir bütün olarak analiz edilmeli.
Bu bağlamda, Türkiye’nin eğitimde fırsat eşitsizliğine ve dilin politikasına dair eleştirel bir bakış sunan, 2008 yapımı, İki Dil Bir Bavul filmini anmadan geçemeyeceğim.
Denizlili bir öğretmenin Şanlıurfa’nın Demirci köyündeki bir yılının öyküsü. Öğretmen Kürtçe bilmez, çocuklar Türkçe. Öğretmen ilk kez gördüğü bu coğrafyada, müfredatın ona emrettiğini uygulamaya çalışır, ama bölgenin kendi gerçeklikleri vardır.
Filmdeki ufacık bir kızın kıvrandığı sahnelerde gördüğümüz gibi, tuvalete gidebilmek için izin alınması gerektiğini öğrenmeleri yetmez mesela; “Tuvalete gidebilir miyim?” sorusunu Türkçe olarak söylemeyi de öğrenmeleri gerekir. Okul çağına kadar kullandıkları dil orada yasaklıdır, sınıfta Kürtçe konuşmanın cezası tek ayak üzerinde tahtada dikilmektir.
Neoliberal Ekonomiyle Tanışan Fransa: Eğitimde Kapsayıcılık OUT / Özel Okullar IN
Konuya doğrudan geri dönersek, Fransız siyasetçiler devlet bütçesini nasıl arttırırız demek yerine eğitim kaynaklarını rahatlıkla kısabilmişler. İnsan merak ediyor: Misal, açık kaynaklardan ulaşmaya çalışsak ve Fransa’nın savunma bakanlığı bütçesi ile öğretmen maaşı kesintilerini karşılaştırsak nasıl bir oran görürüz? Arkadaşımın durumu özetlemek için yaptığı “köy okulu” benzetmesi de bunu anlatmayı amaçlıyordu. Yani, Fransa’nın eğitimde kapsayıcı politikadan artık göz göre göre vazgeçmiş olmasını.
Lakin, Avrupa’da özel okullar ile İstanbul’da alışık olduğumuz Fransız kolejleri bir değil. Örneğin, göçmen ebeveynler arasında yeni bir bilgi akışı trafiği başlamış: Hangi özel okul dinî eğitim vermiyor? Bu, böyle sorunca, kulağa İslamî muhafazakâr geliyor ama durum biraz tersten. Paris’teki başarılı özel okullar çoğunlukla Katolik (a.k.a. özel imam hatip) okullarıymış. Dolayısıyla, göçmen ebeveynler, bu okullarda, çocuklarının hem seküler eğitim alamayacaklarından hem de sahip oldukları farklı kimlikler sebebiyle ayrımcılığa uğramalarından endişe ediyorlar. Bir veli anlatmış, eşi Cezayir kökenliymiş ve oğlunun bunu bilen arkadaşları bir gün çocuğa şöyle sormuş: “İsrail’i mi, Filistin’I mi tutuyorsun?” Avrupa futbol kupasından etkilenen oğlu, neyse ki, futbol takımı soruyorlar sanmış. O zaman geldik mi ortak soruya: “Ben çocuklarımı bu tartışmalardan uzak nasıl büyüteceğim?”
Bitirirken, Fransa’da (modern) eğitim kültürünün, ayrıcalıklı sınıftan olmayanların da okuyup çalışarak sınıf atlayabilme imkânı sunmasıyla övündüğünü belirtmek isterim. Pierre Bourdieu, reproduction sociale (Toplumsal Yeniden Üretim) kavramıyla toplumsal sınıf farklılıklarının eğitim aracılığıyla nasıl yeniden üretildiğini açıklıyordu. Ancak aynı zamanda, eğitimin, bireylere sosyal mobilite imkânı sunarak sınıf atlama fırsatı yarattığını da vurguluyordu. Hiç unutmam, Erasmus değişim programıyla Amiens’e gittiğimde, bize Fransız Medeniyeti öğreten hocamız, Fransa’yı övmelere doyamadığı bir noktada hararetle sözünü noktalamıştı: “Benim babam çiftçiydi, ben öğretmen oldum.”
Although I visited Berlin Global at the (new) Humboldt Forum Berlin Global months ago, I couldn’t have any chance to settle down my comments to illustrate a comprehensive post. But the upcoming “30 kg” exhibition in the Berlin Global Freifläche – Open Space raised some questions and a post on pre-visit comments got priority
Berlin Global is “the Berlin exhibition” at the Humboldt Forum for those unfamiliar. It has a participatory exhibition approach by combining images + footage + interview videos with maps + data visualization + artworks, and hosting games to engage with the visitors. Migration is not among Berlin Global’s seven existing themes (Revolution, Free Space, Boundaries, Entertainment, War, Fashion, and Interconnection) but “is felt” in the exhibition rooms. Moreover, the Open Space in Berlin Global, as stated in their concept paper, is based on a jury selection. The applicants are free to propose their exhibition topics in addition to the aforementioned seven.
[Berlin Global’s] Rich in variety and full of surprises, the immersive installations and atmospheric presentations invite visitors into these realms and the underlying diversity of Berlin. We let those who know the city speak: residents, experts, artists, initiatives and associations. Their stories, experiences and perspectives energise the exhibition.
The curators of the upcoming exhibition at the Berlin Global – Open Space, “30kg”, Burcu Argat and İzim Turan, put their focus on migration and gender. But how?
On one of BERLIN GLOBAL’s Open Spaces, seven Turkish Berliners reflect on their own experience of migration. Their belongings are no longer useful in Berlin, their mother tongue finds no exact translation. As transcultural women, they renegotiate everyday life – a liberation for some, for others a loss. Through the installation, the group invites visitors to consider their own identity. The project also draws a parallel to the 1920s, when independent women from Turkey migrated to Berlin and had to redefine themselves, just as they do today.
I have to say, the curators got a pretty catchy title, “30 kg,” to promote the exhibition within the context of “migrated belongings.” But does it fit the case – the case of migration history from Turkey?
You’re allowed to check in up to 30 kg of free luggage at the airport – one full suitcase for a new life in a new country. But what happens when your things, your language, even your own identity take on different meanings upon arrival?
I sent the exhibition link to a friend who is also active in arts and culture scenes in Istanbul, and their reply was as expected: “But what about the exhibition in DEPO? Isn’t it culturally inappropriate?”
For those who don’t know, or as a reminder, in 2014, DEPO İstanbul held an exhibition titled “20 Dollars 20 Kilos.” The exhibited materials shed light on a rarely known migration case in the history of Turkey: The forced migration of thousands of Istanbul Greeks.
While thousands of Istanbul Greeks-who, by and large, had never been to Greece in their entire lives-were being deported, they were only allowed to take 20 kilos of baggage and 20 dollars with them.
As it is stated on the “30 kg” exhibition opening invitation website,“Göç, değişimdir: Değişitirendir – Migration is a change: Migration changes [x].” But can we easily apply a symbolic narration of a particular ethnic minority deported from Turkey to all migration stories? What does 30 kg symbolize in this exhibition, especially compared to the state deportation of an ethnic minority group under restricted conditions of taking only 20 Dollars and 20 kg?
I kept thinking about the emphasis on 30 kilos as the following questions popped up in my mind: Who are the exhibition participants, and what is their reason for migration? How are their migration experiences in Berlin? How does gender play a role in their experiences as migrants? Do they still travel to Turkey or not? If not, can’t someone bring some more items from Turkey? If yes, can’t they pay for extra baggage? Or are they banned from traveling to Turkey and don’t have any traveling contacts?
As I stroll around the exhibition websiteand realize I can’t get enough information about the content, more questions arise: What is on display? Does the show tell their experiences in Berlin or stories of their “migrated belongings”?
Last but not least: In the exhibition framework, there is a concert and talk with the participants joined by the singer.
Who is this singer? Wait for it: Gaye Su Akyol – A white, privileged activist living in Moda (a sidenote for those familiar with the social stratification in Istanbul.)
The concert is on Tuesday, and the exhibition opening is on Thursday. I really didn’t get the PR idea behind it; maybe, just the scheduling issues of the parts. But: Why invite a singer from Turkey to talk about migration in Germany?
One question raises another, and without comprehensive information concerning the content on display, there is no way to get any answers. But I can get from the exhibition text that it sounds like a homogenization of migration from Turkey, even though different motivations and reasons exist, such as economic or educational causes or political asylum. Moreover, it seems like the role of intersectionality is avoided. OK, migration and gender are current hype topics in global arts and culture scenes, but where is the class? Even is gender homogenous?
I hope to find some answers in the exhibition space.
With CAMOC friends at Roman Theater of Lisbon Museum.
Abstract:
Establishing Communities for Sustainability of Archival Materials
Knowledge production can only be achievable via archival materials. Today, as Jussi Parikka conceptualizes, “everybody is a mini archivist.” Our computers, smartphones, e-mail accounts, social media platforms, and also web browsers keep records of our daily activities. By claiming “we are what we collect, we collect what we are”, Elisabeth Kaplan (2000) interrogates the role of archivist in terms of shaping history. As archival record does only happen when individuals and organizations create and use them. In this sense, archiving is neither politically nor culturally neutral. As Randall C. Jimerson (2006) expresses, “[t]he role of the archivist is crucial and powerful.” The essential idea of archiving is intensely engaged with discussions held around memory and history. As a mechanism of repository, archive, is based upon a simultaneous inclusion and exclusion: What to be remembered, and what to be forgotten? From the perspective of Foucauldian discourse analysis, archive determines both the spoken and unspoken. Today, archives started to claim social justice by putting their focus on documenting and protecting the rights to citizens. Hence, the classical approach to archives, as gatekeepers for preserving rare documents, is replaced by collective working within the concept of ‘Living Archive.’ Susan Pell (2015) conceptualizes living archives as learning centers challenging the official narratives. They are often organized as ‘community archives’ concentrating on particular social causes, politic, socio-cultural, ethnical, religious and sexual identities. Indeed, a community transforms an archive into a living space by applying ‘collective history-making.’ Community archives provide free access to information for all, and ask for their involvement in various levels: Material donations, fundraising, staffing, cataloguing, publications, translation, curating exhibitions, film screenings, and public events, etc. In this framework, this study seeks to answer the following question: “How can city museums learn from community archives regarding sustainable public engagement?” The workshop aims to open a floor for discussing how to target various groups regarding diversity in archival materials. Consequently, it is intended to examine the differentiation between decolonizing a museum and diversity in a museum coming along with the question of a city museum for the city, or about the city?
Keywords: Community Archives, Audience Development, Crowd-Cataloguing, Sustainability
This website uses cookies to improve your experience. We'll assume you're ok with this, but you can opt-out if you wish. Cookie settingsACCEPT
Privacy & Cookies Policy
Privacy Overview
This website uses cookies to improve your experience while you navigate through the website. Out of these cookies, the cookies that are categorized as necessary are stored on your browser as they are as essential for the working of basic functionalities of the website. We also use third-party cookies that help us analyze and understand how you use this website. These cookies will be stored in your browser only with your consent. You also have the option to opt-out of these cookies. But opting out of some of these cookies may have an effect on your browsing experience.
Necessary cookies are absolutely essential for the website to function properly. This category only includes cookies that ensures basic functionalities and security features of the website. These cookies do not store any personal information.