Mahalle Baskısı ya da Tarih Meleğinin #KızılGoncalar’da Gördüğü
|

Mahalle Baskısı ya da Tarih Meleğinin #KızılGoncalar’da Gördüğü

Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı açıklandığında, AKP’nin ilk dönemlerinde yapılan ateşli tartışmalardan biri düştü aklıma istemsizce: Mahalle baskısı. Ruşen Çakır, 2007’de, Religion, Society and Modernity in Turkey adlı kitabı üzerine sosyolog Şerif Mardin’le bir röportaj yapmıştı. Şerif Mardin, AKP politikalarını değerlendirdiği bu röportajda, mahalle baskısı kavramından ilk kez bahsettiğinde ortalık ayağa kalkmıştı.

Bu sosyolojik kavram, yaygın olarak, laikliğin önünde bir tehdit olarak algılanmış ve buradaki tartışmalarda “yetmez ama evetçiler” olarak adlandırılan politika eleştirilerin hedefi olmuştu. Çok az bir kesimse kavramın geliştirilmesi gerektiğini ve bu haliyle doğru anlaşılmadığını savunuyordu. (Tahminlerim olmasına rağmen) kimle konuşuyorduk tam hatırlamıyorum, sosyoloji hocalarımdan biri, Şerif Mardin’in mahalle baskısı kavramıyla ‘AKP’nin ileride yaşayabileceği toplumsal baskıyı’ işaret etmeye çalıştığını anlatmıştı o dönem.

Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını duyduğumda, “o zaman, bu zamanmış” diye düşündüm.

Tartışmalar neydi diye geriye dönüp okumak istediğimde Ruşen Çakır’ın hazırladığı kitapla karşılaştım. Röportajın orijinali ve o dönemin köşe yazılarının derlemesinden oluşan kitabı 2021 baharında okurken Walter Benjamin’i andım: Angelus Novus – gelecekten gelen ve bugünü anlamak için geçmişi kavramsallaştırmaya çalışan “tarih meleği.”

Angelus Novus - Walter Benjamin
Paul Klee | Angelus Novus

“Klee’nin ‘Angelus Novus’ adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üstüste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket.”

Walter benjamın

Şerif Mardin’in röportajını 20 yıllık AKP politikalarının yaşanmışlığıyla okuduğumda, o enkazın altında, önemli bir sosyolojik uyarıyı toplumsal olarak nasıl ıskaladığımızı gördüm.

Türkiye’nin toplumsal yapısına dair gelenek kavramı üzerine sosyolojik çalışmalar yürüten Şerif Mardin’e göre iki tür gelenek bulunur: Büyük ve küçük. [Şerif Mardin’den aktarıldığı üzere] küçük gelenek, kırsal bir hayat yaşayan ve tarımla geçinen insanların kültüründen; büyük gelenek ise başta yönetici sınıf olmak üzere şehirde yaşayan insanların kültüründen müteşekkildir.” Bu bağlamda, Şerif Mardin, mahalle baskısı kavramıyla, o dönem AKP politikalarına atfedilen “modern muhafazakâr” kimliğinin Türkiye’nin geleneksel toplum yapısıyla uyumlu olmadığını vurgulamak istemiş.

Benim yorumladığım kadarıyla, Şerif Mardin, “iyi güzel siz İslami hayatı kentte böyle modern yaşıyorsunuz da bu işin bir de Anadolu tarafı var; onları bu sürece nasıl dahil edeceksiniz ya da eğer edemezseniz de Anadolu’nun bu mahalle baskısıyla nasıl baş edeceksiniz?” demiş. Bu kendi dilimde ifade ediş, akabinde, bana şu soruları düşündürttü: Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı ile küresel yükselen anti-gender (toplumsal cinsiyet karşıtlığı) hareketleri birbirlerinden nasıl etkileniyor? 2011’den 2021’e hem ulusal hem de ulusötesi AKP politikaları nasıl değişti? Özetle, son 10 yılda tam olarak ne oldu da Türkiye sözleşmeyi ilk imzalayandan sözleşmeden ilk çekilen ülke konumuna döndü? Mercator-IPC araştırma projemde bu soruların peşine düştüm aslında. Ancak bu yazıyı o araştırma projem için yazmıyorum. Burada mevzu, Kızıl Goncalar – televizyon dizisi.

Köşeleri sivriltilerek tek tipleştirilmiş laik ve muhafazakâr karakterleriyle Kızılcık Şerbeti’nin yarattığı gündem (reyting diyelim) ortadayken, aynı yapımcı yeni bir dizi sürdü piyasaya – bu sefer de biraz Kemalistleri ve tarikatları karikatürize etmez miydik? Bilemedik. RTÜK, gelen şikayetler üzerine, (şimdilik) 2 haftalık yayın durdurma cezası verdi. Ben yine Şerif Mardin’i, Türkiye’yi İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına götüren süreçte tarikatların etkinliğini ve 2023 genel seçimlerinde sıkça gündeme gelen devletin tarikatlaşmasını hatırladım. Kızıl Goncalar dizisine ve yarattığı toplumsal tepkiye baktığımda gördüğümü yazmak yerine, bu sefer, iki video bırakıyorum ilgilisine.

İzlerken, Marx’ı, Das Kapital’i ve şu sözünü birlikte düşünmeli insan: “Din, toplumların afyonudur.”

1: İsmail Arı, Menzil’in Kasası

Gazeteci İsmail Arı’nın yolu, Kızılay üzerine araştırma yürütürken, Menzil tarikatıyla kesişmiş. İncelediği belgelerde, Kızılay’ın satın aldığı ürünlerin Menzil tarikatına ait şirketler olduğunu gördüğünde, önce, tarikatın sağlık sektöründeki yapılanmasının izini sürmüş. 2012’de hükümet yetkililerinin katılımıyla gerçekleştirilen EMSEY HOSPITAL açılışının ikonik bir görsel olduğunu belirten Arı, özellikle Menzil tarikatında üst düzey bir yöneticinin tanıklığıyla, bu toplumsal (siyasi) ilişkilerin peşine düşmüş. Menzil’in Kasası isimli kitabının tanıtımı için verdiği bu röportaj, bir anlamda, Kızıl Goncalar dizisinde portresi çizilen tarikat yapısının günümüz koşullarındaki arka planını sunuyor.

“Adına hizmet diyorlar. (…) Ne yapacaksın? Ücretsiz orada [Menzil köyünde] faaliyette bulunacaksın. Belki on gün yolları süpüreceksin. Belki bir hafta mutfakta temizlik yapacaksın. İnşaat işi varsa inşaatta çalışacaksın. Hatta cemaat mensupları, yıllık iznini kullanıp oraya bu hizmet adı altında gidenler var. Yılda [bir insanın] izni 21 gün; o 21 günü orada hizmet adı altında çalışmak için harcıyor ve sonra geri dönüyor. Hatta deniyor ki polisler, askerler dahi yıllık izinlerini bir kısmını hizmet adı altında orada geçiriyorlar. [Kaynağımıza göre] cemaati yöneten şeyhlerin korumalarının da bu şekilde oluştuğu. En başta söyledim, uzman çavuş, astsubay arasında çok örgütlüler diye. Örneğin, İstanbul’daki bir polis memuru 15 gün izne ayrılıyor ve oraya gittiğinde hizmeti de Menzil’in şeyhlerine korumalık yapmak. 15 gün onun izni bitiyor döneceği zaman bir Jandarma uzman çavuş gidiyor. Belinde zaten taşıyabildiği, mesleğinin gereği silahı var, yıllık izninde şeyhin korumalığını yapıyor ve bu döngü sürekli devam ediyor.”

İsmAİL ARI

2: Mustafa Öztürk, Kızıl Goncalar Kimden Yana?

İlahiyatçı akademisyen Mustafa Öztürk, doğrudan tekke ve tarikatların tarihi dönüşümü üzerine bilgiler sunarken, Kızıl Goncalar dizisinin, aslında, dile getirdiği konular çerçevesinde (gizli) siyasi bir mesaj (amaç) içerdiğini iddia ediyor. O da şu: Bu ülkede kutuplaşma son bulacaksa, bu, ancak muhafazakârların şefkati, hoşgörüsü ve merhametiyle olacak. Başka bir ifadeyle, Öztürk, dizinin eleştiri perdesi arkasında belli bir yaşam biçiminin propagandasını yaptığını savunuyor. Bu tersten teorisininnin doğrulandığını ya da yanlışlandığını göreceğiz.

“Dizinin bir derinliği var, o diziyi kurgulayan zihniyetin de bir derinliği var… Zeynep, Meryem, mazlumlar… Hele hele bir de Birgül Hanım var ki… Diğer taraf mutant yani… Ve onlar öyle güzel yürekliler ki taş kesilmiş kalpleri bile yumuşatıyorlar… Gene puan kimin hanesine yazılıyor hocam? Gene muhafazakârlara… Eğer bu dizi şak diye kesilirse benim bütün teorilerim çöker.”

Mustafa öztürk
@jillisblack
|

@Jillisblack | Selling Blackness and Queerness in the Age of Identity Influencers #readingbuzzy

Recently, I developed a newfound interest in reading autobiographies of Influencers. I yearned to understand how they forged their online personas, achieved virality on social media, and coped with the myriad costs of fame in the Influencer industry. Among the tales that captivated me the most was that of @Jillisblack. Her story stands out not just because she is Black and queer, but because she has been attuned to her audience’s expectations in the culture industry since the moment her first video went viral on Facebook in 2016. Her narrative unveils the complexity of today’s Influencer economy, where the valuable currency is the sale of one’s persona.

(…)

More on Medium.com

Barış uğruna elini ne kadar kana bularsın?  —   Zamir, Hakan Günday #readingbuzzy
| |

Barış uğruna elini ne kadar kana bularsın? — Zamir, Hakan Günday #readingbuzzy

Distopya nedir, distopik romanlar bize ne anlatır? Hakan Günday, Zamir romanında, cihanda sulh sağlamayı hedefleyen Cenevre merkezli bir sivil toplum örgütünün barış çalışmaları çerçevesinde, okuyucuya, şimdiki zamanın distopyasını sorgulatıyor.

Kölelik diye tarihsel bir gerçeklik varken hangi distopyadan söz edilebilirdi? Üstelik bir zamanlar Ruanda ya da Bosna’da olanlar sırf Kuzey Amerika’da gerçekleşiyor diye nasıl olur da kıyamet sonrasına tarihlenebilirdi? Böylesine bariz bir ayrımcılık nasıl yapılabilirdi? (…) Dolayısıyla distopya, ancak geçmişi anlatan bir hikâye olabilirdi. Ne de olsa geleceğe dair kurulacak tek bir hayal vardı. Çünkü dünyanın distopik tarihinde henüz görülmemiş tek şey oydu: Ütopya!

s. 349
Photo by Dan Farrell on Unsplash

Türkiye-Suriye sınırı arasındaki bir mülteci kampında yaşanan patlamadan bir bebek sağ kurtulur. Kamp yetkilileri bebeğin ebeveynlerini bulamaz. Bebek patlamadan sağ çıkmıştır ama yüzü deforme olmuştur. Kampı yöneten All for All Vakfı, bebeği, fon geliştirme kampanyalarının yüzü yapmak üzere önce İstanbul’a götürür. Sonra da uluslararası kampanya etkinliklerinin peşinde dünya turu başlar.

Arapçada vicdan ve gerçek niyet anlamlarını taşıyan kelimenin Türkçede ne anlama geldiğini Yusuf Ali elbette bilmiyordu. Sonuçta o, Suriyeli bir bebeğe isim koyduğunu sanan Arap diline âşık bir şairdi. Yine de vahşi hayvanların sezgilerini andıran, şairlere özgü kehanet yeteneğiyle koyduğu ad, bebeğin kaderine denk düşmüştü. Çünkü her ne kadar Yusuf Ali bundan habersiz olsa da Zamir kelimesinin Rus dilinde de bir anlamı vardı: Barış için…

s. 101

Zamir, vakfın kendisinden beklediği vicdanları ağlatma görevini çocukluğundan gençliğine kadar layıkıyla yerine getirir. Önceleri kendisine verilen metnin dışına çıkmayan Zamir, sivil toplumun kesesini açan yumuşak karınları keşfettikçe, sahnede kendi istediği hikâyeleri uydurur. Sahneden indiğindeyse hep düşünür Zamir. Vakıf çalışanlarının sivil toplum ahlâkına dair iç çatışmalarını, sivil toplumun maddi kaynak yaratmak konusunda toplumsal olaylara karşı uyguladığı ayrımcılığı, yükselen sağ politikayı, cinsiyetçiliği ve ırkçılığı düşünüp anlatır Zamir bize.

Yoğunluklu olarak üniversite yıllarında yaşadığı sorgulamalar, Zamir’in yolunu, Birinci Dünya Barışı Vakfı’na çıkarır. Deforme yüzüyle yıllarca sahede savaştan kurtarılan çocukların hikâyelerini anlatan Zamir, devlet başkanları arasında arabuluculuk yapan sivil bir diplomattır artık.

[Y]edi kişi sunucu olarak görev yapıyordu. Ben de onlardan biriydim. Sunuculuk aslında simgesel ve gerçeğin yanında hayli romantik kalan bir unvandı. Vakıfla imzaladığımız iş anlaşmasındaki görev tanımı basitti: Çatışma ya da savaş halinde olan tarafları birbirine sunmak, yani bir masa etrafında oturup görüşebilmeleri için tanıştırmak ve aradan çekilmek. Vakfın web sitesinde, kuruluş amacı açıklanırken de benzer bir tanım kullanılmıştı. Tam da bir üçkâğıtçının uyduracağı sahte bir iş gibi duruyordu: Barış odaklı diyaloglar üretmek ve geliştirmek…

s. 42

Zamir’in iş tanımında belirtilmeyen ve yazılı olmayan tek kural, aslında işin özü: Barış diyaloglarının yine barış koşulları altında yaratılması zorunlu değil.

Sonuçta ben barış satıyordum. İnsanları, barışmanın ya da birbirlerini öldürmemenin kendileri için daha kârlı olacağına inandırmaya çalışıyordum. Bunun için de her yolu deniyordum. Tehdit, şantaj, hile, yalan, iftira, rüşvet, akla ne gelirse… Bu dünyada bir savaş çıkarmak için ne yapmak gerekiyorsa ben de aynısını barış için yapıyordum.

s. 43-44
Photo by Bekky Bekks on Unsplash

Dünyanın yeni bir binyıla hazırlandığı Aralık ayının son günlerinde, birbirinden farklı coğrafyalarda yaşanan ve Zamir’den çözüm bekleyen çatışmalar yaşanıyordur. İktidar, zaman içerisinde yükselen aşırı sağ muhafazakâr, anti-feminist, queer-fobik ve ırkçı politikacılardadır. Örneğin, Almanya’da iktidar, en büyük müslüman göçmen grubu olan Türkleri sınırdışı etmeye karar vermiştir.

14 yıl boyunca Almanya’yı önce koalisyonlarla, sonra da tek başına yönetmiş olan aşırı sağ görüşlü parti, iki yıl önce, sayesinde seçimi yeniden kazandığı vaadini mitinglerde dile getirirken kimse yadırgamamıştı. Daha doğrusu yadırgamaya kalkan Almanların bunu yapmaya fırsatı bile olmamıştı. Polis copu ve biber gazı eşliğinde derhal evlerine gönderilerek sesleri daha en başta kesilmişti. Parti temsilcileri o mitinglerde şunları söylemişti: (…)

“Unutmayalım ki bu insanlar bu ülkeye misafir işçi olarak geldi. Ama şimdi misafir kendini ev sahibi sanıyor! Hatta evin azımsanmayacak bir bölümünü kendi zevkine göre çoktan döşedi bile. Bu kabul edilemez!”

(…)

“Türkleri bu ülkeden kovmak, bir nefsi müdafaa hareketidir! Nefsi müdafaa milliyetçilik değildir! Nefsi müdafaa faşizm değildir! Nefsi müdafaa bir hayatta kalma mücadelesidir! Ve Almanya hayatta kalmak için, topraklarındaki en büyük Müslüman topluluk olan Türklerden bir an önce kurtulmalı, kendini arındırmalıdır!”

s. 110-112

Zamir, taraflar arasında ara buluculuk yapmak üzere, ormanda örgütlenen militarist Türk göçmenlerle görüşür. Önce kadınları ve çocukları kurtarıp daha sonra Alman-Türk olduklarını kanıtlamak üzere savaşmaya hazırlanan bu bir grup erkek, Zamir’e, gurbetçi kimliğini de yeniden düşündürtür. Memlekete duyulan hasret, uzaklarda bir coğrafyada terk edilen hayata özlem midir yoksa hiç var olmayan ama tahayyül edilen bir ülkeye mi?

Celal’in hayal kırıklığını anlayabiliyordum. Ne de olsa bu dünyada Türkiye’ye dair fantezileri olan sadece onlar kalmıştı. Bu çağın oryantalistleri Avrupalı ressam ya da şairler değil, gurbetçi denilen insanlardı.

s. 146
Photo by Annie Spratt on Unsplash

Almanya gibi İngiltere’de de rüzgâr göçmen toplulukların aleyhine esiyordur. Hükümet, ülkede hangi göçmenlerin kalacağına dair bir rapor hazırlamıştır. Bu rapor kamu tarafından duyulursa iç çatışma çıkabilir; eğer kamu bilgilendirilmezse göçmenler insan haklarına aykırı bir şekilde sınır dışı edilecektir. Zamir tarafını seçmek zorunda.

Britanya’daki bütün azınlıkları listeliyorlar. Sonra da her birinin topluma kattığı sosyoekonomik ve kültürel değerleri inceliyorlar. Buna göre de o azınlığa bir puan veriyorlar. Buna fayda endeksi deniyor. Sonra da bir azınlığın fayda endeksine bakıp toplam nüfusa oranının ne olması gerektiğini hesaplıyorlar. Yani her azınlık için bir nüfus kotası belirleniyor.

s. 63

Sunucuların görevi, Zamir’e sorsalar, bütün dünyayı bir harp alanı gibi görmek ve irili ufaklı bütün savaş ihtimallerini tespit ederek barış için hareket etmek. Birinci Dünya Barışı Vakfı’na göre barış, ne pahasına olursa olsun can kaybını önlemek demek. Peki, nefes almak yaşamak mı?

Bizim işimiz insan haklarıyla ilgili değildi. Bir bölgedeki düşünce ya da seyahat özgürlüğüyle zerre kadar ilgilenmezdik. Bir toplumdaki eşitlik ya da adalet düzeyini asla umursamazdık. Bizim işimiz, çatışma çıkmamasıyla ilgiliydi… Bunun doğal sonucu da insanların hayatta kalmasıydı. Sonrasında o hayatlarla ne yapacakları onların sorunuydu. Dolayısıyla bizim için, faşist bir devlete karşı çıkabilecek bir ayaklanmayı önlemek, bazı durumlarda, barışı sürdürmek anlamına geliyordu. (…) Tabii bunun sonucunda da milyonlarca sivil, başlarındaki diktatörlerin ordularıyla savaşırken ölmüyor ama baskı altında yaşamaya devam ediyordu. Hangisini tercih ettiklerini insanlara sormuyorduk. Özgürlüğü mü yoksa hayatta kalmayı mı? Onların yerine karar veriyorduk.

s. 66-67
Photo by Leonardo Burgos on Unsplash

Çocukluğunun bir kısmını İstanbul’da geçiren Zamir, yeni binyıla hazırlığın son günlerinde, Türkiye’nin anti-demokratikleşme sürecini hem kişisel ilgiyle hem de mesleği gereği yakından takip eder.

Çünkü az önce Anayasa Mahkemesi, Türk hükümetinin plebisit kararına karşı, ana muhalefet partisi tarafından yapılan itirazı reddetmişti. Buna göre, planlandığı gibi 1 Ocak’ta Türkiye’de bir plebisitin amacına son derece uygundu. (…) [B]u plebisitte Türk halkına tek bir soru sorulacaktı:
Allah var mı?

s. 46-47

Belki de, plebisit sonrası içe dönük bir ekonomiye dönen Türkiye’de, dönemin devlet başkanının vatandaşlara sunduğu vaadlerdir Zamir’e distopya ile ütopya arasında şimdiki zamanı nereye koyduğumuz ve aslında koymamız gerektiğini düşündürten.

Kimse endişelenmesin! İlaç ve gıda temininde asla sıkıntı çekmeyeceğiz. Evet, belki yurtdışıyla ticaretimiz kısıtlanacak ama inanın bana, çok daha mutlu bir Türkiye olacak. Çünkü artık muhalefetin iktidarla kavgası bitecek. Bütün bir millet olarak, tek yumruk olacağız. Bugün bizi dünyadan kopartmak isteyen düşmanlarımızın karşısında, tek vücut olup bir dağ gibi yükseleceğiz! O arada da herkes şunu anlayacak: Türkiye’nin olmadığı bir dünya boş bir sahnedir! Ama o zaman da bakalım, biz onlarla ticaret yapmak isteyecek miyiz? Belki de bu defa biz onlara ambargo uygulayacağız! Bilemiyorum, belli olmaz. Ama kesinlikle, belli olan bir şey var. O da şu: Biz bize yeteriz! Hatta yeter de artarız!

s. 268
Photo by BP Miller on Unsplash

Sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerine ve proje fon ekonomilerine Zamir’in gözünden bakınca insan kendi sınırlarını da yeniden gözden geçirme ihtiyacı duyuyor: Barış uğruna elini ne kadar kana bularsın? Hangi bilgiyi çatışma çıkmaması uğruna saklarsın? Birinin haksızlığa uğradığını gördüğünde sesini çıkartır mısın? Ne zaman çıkartırsın ya da ne zaman susarsın?

İki ihtimal var. Ya bu rakamların sahte olduğu kamu oyuna açıklanacak… Ya da açıklanmayacak. Sizce hangi durumda İngiltere’de kan dökülür? Çünkü aslında Birinci Dünya Barışı Vakfı olarak bizi ilgilendiren tek konu bu. (…) Sizce hangisini yapalım? Gerçeği açıklayalım ve İngiltere’de bir iç savaş mı çıksın? Yoksa her şeyi unutalım ve barış hali devam mı etsin?

s. 66 – 67

Peki, bu, bize müzeler hakkında ne söylüyor?

Şiddetin Eleştirisi metninde, Walter Benjamin, bir eylemin şiddet içerip içermediğini anlamak için amaçlara değil araçlara bakmak gerektiğini anlatır. Tetiği çekip birini öldürmek şiddettir. Ama bunu vatanınızı kurtarmak için yaptığınızı söylerseniz kahraman asker olursunuz. Eğer herhangi bir devlet tarafından resmi olarak tanınmayan silahlı bir örgüt tetiği çekerse asker değil, gerilla olur. En yalın ifadesiyle, amaç, şiddet eylemini meşrulaştırmak için araçsallaştırılmaya müsaittir. O zaman, Birinci Dünya Barışı Vakfı’nın ön gördüğü ve Zamir’in uyguladığı tehdit, şantaj, hile, yalan, iftira, rüşvet ve akıllara gelen diğer her şey barış yolunda mübah mı?

Kâr amacı gütmeyen kurumlar olarak müzeler, bilgi aktarımında ve yaymada sivil toplumun temel yapı taşlarından biri. Biraz Zamir gibi düşünürsek: Yüksek bütçeli bir sergi planladınız, sponsor arıyorsunuz. Bir şirket serginizi desteklemek istediğini söyledi. Görüşmeler sırasında fark ettiniz ki şirketin Afrika’da madencilik ortaklıkları var. “Sizce hangisini yapalım?” Teklifi reddedelim ve sergi ya iptal olsun ya da planlama uzasın? Yoksa kamunun bu ortalıktan haberi olmasın, kara parayı yararlı paraya çevirelim ve şirket popülerlik kazansın?

Ya da en basit haliyle: Etik sınırı nerede çiziyoruz?

Çukurambar’da, Makbûl Muhafazakâr Vatandaşın İzinde: “Zarif ve Dinen Makbûl: Muhafazakâr Üst-Orta Sınıf Habitusu”
|

Çukurambar’da, Makbûl Muhafazakâr Vatandaşın İzinde: “Zarif ve Dinen Makbûl: Muhafazakâr Üst-Orta Sınıf Habitusu”

Bundan yıllar önce, Zarif ve Dinen Makbûl‘e dair ilk düşünceler zihnimde belirmeye başladığında, araştırma sorumun ham hali şuydu: siyasi muhafazakârlıktaki değişim nasıl oluyor da muhafazakâr hayat tarzları üzerinde hızlı bir dönüşüme yol açıyor?

s. 157

ODTÜ’de yürütülen doktora araştırmasına dayanan bu kitapta, araştırmacı Aksu Akçaoğlu, Ankara’nın tek bir semtine odaklanarak Çukurambar’da, makbûl muhafazakâr vatandaşın izini sürüyor. Zarif ve Dinen Makbûl: Muhafazakâr Üst-Orta Sınıf Habitusu başlıklı çalışma, İslâmcılık ve muhafazakârlık arasındaki geçişken ilişkiyi içeren literatür tartışmasıyla birlikte, ilk olarak, kavramları tanıtıyor.

Kısacası, muhafazakârlık-İslâmcılık ayrımı sentetiktir. İslâmcılık muhafazakârlığın Türkiye’de bürüntüğü formlardan biri olup yakın bir geçmişe kadar meşru muhafazakârlık sınırlarının dışında kalmıştır. AKP’nin kurulmasıyla İslâmcı muhalefet düzenle bütünleşmekle kalmadı, aynı zamanda meşru muhafazakârlığın tanımını, İslâmcılığı kapsayacak şekilde genişletti. Dolayısıyla, çalışma boyunca muhafazakârlık kavramını kullandığımda, İslâmcılıktan farklı bir görüşü değil, İslâmcılığı da kapsayan daha genel bir siyasi görüşü kastediyorum.

s. 19

Çukurambar’daki değişimi gözlemleme gayesi tabii ki tesadüfi bir istek değil. Araştırmacının sunduğu Türkiye yakın dönem siyaset tarihine dair mahallenin sosyo-ekonomik tasfirinin ardından öğreniyoruz ki, AK Parti milletvekilleri, 2002’deki seçimleri takiben, Çukurambar’a taşınıyor ve bu da eski bir gecekondu mahallesi olan bölgenin sınıfsal değişimini hızlandırıyor.

Mahalledeki vekil yoğunluğu, Çukurambar’daki dönüşümü daha da hızlandırdı. Mahallenin alt yapı ve yol sorunları hızlı bir şekilde giderildi. Buna ek olarak, belediye mahalledeki binalar için getirdiği kat sınırını artırma kararı aldı. 2002 öncesi inşa edilmiş ve genelde on katı geçmeyen apartmanlarla karşılaştırıldığında, yeni çok katlı binalar mahalledeki nüfus yoğunluğunu arttırdı.

s. 73

Çalışmanın zemini etnografik veriye dayanıyor. Bourdieu’nün habitus kavramını çok sık görülmeyen bir kentsel araştırma yöntemi olarak kullanan araştırmacı, sahayla, mahallede Mesnevi sohbetlere ve ney kurslarına katılarak ilişkileniyor.

Yabancısı olduğum muhafazakâr orta sınıfların sosyal hayatlarını yakından gözlemlemekle kalmadım, ayrıca bu hayata katılımımı da incelemeye dâhil ettim. Böylelikle, muhafazakâr habitus araştırmamın hem konusu hem de yöntemine dönüştü.

s. 54

Araştırmanın en ilginç yanlarından biri uygulanan etnografik yöntem. Habitus, Bourdieu’ye göre kişinin her yere birlikte taşıdığı bavuludur. Toplumu ekonomik ilişkilenme üzerinden incleyen Bourdieu’ye göre, bavulumuzu sahip olduğumuz sosyal, ekonomik ve kültürel sermayeler oluşturur. Buna göre, araştırmacının kendi habitusunu katılımcılık ötesinde araştırma konusunun faili olarak incelemeye dâhil ettiğini görüyoruz. Başka bir ifadeyle, bireyin, araştırma konusu olan habitusu nasıl edindiğini kişisel deneyimiyle inceliyor.

Etnografik bir araç olarak habitus, aslında katılımlı gözlemcilikle benzeşir. Fakat, katılımlı gözlemcilik, yerlinin bakışıyla gözlem yapmanın önemini vurgularken, habitus düşünümsel bir şekilde gözlemlenmek üzere, katılımı etnografik araştırmanın merkezine taşır. Bu nedenle, habitusu temel alan bu etnografik yöntem, gözlemci katılımcılık olarak adlandırılabilir.

s. 56

Yaptığı bir dizi literatür araştırması, gözlem, katıldığı eylem ve mülâkatlar sonunda araştırmacı, günümüz makbul üst-orta sınıf muhafazâkarın dini hasssasiyetlerle belirlenen tüketim alışkanlıklarından yola çıkarak tanımını yapar. Araştırmacıya göre bu tanım yeni bir kimlik inşaası içermemekle birlikte, kitlesel tüketim alışkanlıklarına dinen makbûl bir biçim verilmesidir.

Bugünün makbul muhafazakârı her şeyden önce, ekonomik ürünlerle kurulan yeni bir ilişkinin ürünüdür: Lüks sitelerden alınan ve gösterişli bir şekilde döşenen daireler, rengârenk tesettür estetiği ve beden fetişizmi, rafine damak tadı arayışı ve çocukların eğitimi için ayrılan büyük bütçeler muhafazakârların ekonomik ürülerle kurdukları yeni ilişkileri temsil eder.

s. 109

Son olarak, bu araştırma, okuyucuya, gerçek müslüman kimliği, muhafazakâr yaşam ve kapitalizm eleştirisi, lüks tüketimin islâmdaki yeri ve muhafazakâr yaşamla şekillenen siyasi görüş tartışmalarına dair zengin bir içerik sunuyor. Örneğin, üst-orta sınıf muhafazakâr habitusun nasıl oluştuğunun izlerini süren araştırmacı, görüşmecilerinin hepsinin AK Parti döneminden memnun olduklarını belirtiyor.

Sahada neredeyse herkesten duyduğum ortak şikâyet, AKP öncesi sosyal hayatta maruz kalınan laik baskılardır: Hatice türbanlı olduğu için, mesleği olan öğretmenliği yapamadı; Burhan Yeni Şafak okuduğu için iş arkadaşları tarafından dışlandığını düşünüyor; Eren üniversitede öğrenciyken hocalarının muhafazakâr öğrencilere karşı çifte standart uyguladığını düşünüyor; Mustafa tesettürlü olan eşiyle önceleri Kızılay’da dolaşırken kendilerine kötü bakıldığını ifade ediyor.

s. 148
Müstesna şehrin istisnai kentsel dönüşümü
|

Müstesna şehrin istisnai kentsel dönüşümü

Devlet ve vatandaş arasındaki kurumsal ilişkilerin en görünür olduğu mekânlar kentlerdir. Kentlerdeki her dönüşüm devletle vatandaş arasındaki ilişkilerin de değişmekte olduğunun göstergesidir.

Kentsel dönüşüm projelerinin, özellikle Gezi Parkı mücadelesinden sonra daha da hararetli tartışıldığı bu günlerde itinayla okunması gereken İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali, Ayşe Çavdar ve Pelin Tan tarafından derlenen bir kitap. Dünyanın pek çok farklı kentinde yaşanan bu değişim süreçleri son yıllarda vatandaşlık, mülkiyet ve sosyal haklar gibi egemenlik eksenindeki araştırmalarla yürütülürken, temel eksenin istisna kavramına yapılan gönderme olduğunu belirten Çavdar ve Tan, İstanbul’un karmaşık tarihsel ve toplumsal geçmişini yine bu istisna kavramı üzerinden tartışmaya açıyorlar.

müstesna-şehrin-istisna-hali
Bu kitap öteden beri ‘müstesna’ bir şehir olarak tarif edilen İstanbul’da istisna halinin hangi süreçler çerçevesinde şekillendiğini, bir başka deyişle devlet-vatandaş ilişkilerindeki değişimin dinamiklerine ve bu dinamiklerin vatandaş-vatandaş ilişkilerine nasıl yansıdığını tartışmak üzere kurgulandı.

İstisna kavramı, Carl Schmidtt’in Siyasi İlahiyat kitabında karşımıza çıkar. Schmidtt, egemenlik kavramını tartıştığı bu kitapta Nazi döneminin toplama kamplarının olağanüstü hâl durumunu inceler. Schmiddt’e göre, ”egemen, olağanüstü hâle karar verendir.” Kutsal İnsan kitabında Agamben, istisnai hali yeniden sorgular ve ona göre:

Egemen, coğrafya üzerinde kendi meşruiyetine dayanarak tanımladığı herhangi bir istisna durumunu kontrol ederek ya da yine herhangi bir gerekçeyle -bunu yaparken insanlık suçu bile işliyor olabilir- bir istisna hali yaratarak kendini yeniler. Böylesi bir durumda istisna hali bu tanımlanmış dışlama alanında vücut bulur, somutlaşır.

Dokuz makalenin yer aldığı kitapta İstanbul’daki kentsel dönüşüm hukuksal ve siyasal düzenlemeler, toplumsal değişim, ekonomik etkenler, kentle kurulan bireysel ilişkide ortaya çıkan yeni etmenler vb. kapsayacak şekilde kent hakkı kavramı üzerinden tartışılıyor.

Tayfun Kahraman, mevcut hukuksal düzenlemelerin hangi kesimlere ayrıcalıklı imar hakları ve kentsel rant sağladığını sorduğu makalesinde, devletin düzenleyici rolünü bir tarafa bırakıp, seçkinleştirici bir işlev üstlendiğini belirtiyor.

Kent mekânını düzenleyen kanunların hazırlanma biçimi, yöntemi ve içeriğinin de gösterdiği üzere bu yeni dönemde devletin meşruiyeti, değer yaratma potansiyeli ile ölçülüyor. Kente dair hukuksal düzenlemeler de alt gelir gruplarını kent merkezlerinden çeperlere doğru iterek, merkezde değer yaratmayı hedefliyor.

Son Bir Hatıra, Sulukule – Najla Osseiran

“İnşaat sektörünün efendisi” olarak tanımladığı TOKİ’nin gücünü ve gücünün kaynağını tartıştığı yazısında Jean-François Perouse, TOKİ’nin varlığının yanlış anlamalar üzerine kurulu olduğunu söylüyor: “TOKİ tarafından ‘sosyal konut’ adı altında sunulan emlak ürünlerinin alıcıları, aslında bu konutlara muhtaç olanlar değil.” TOKİ’nin satış fiyatı, taksitlendirme seçenekleri ve evlerin mimari özelliklerini değerlendiren Perouse’a göre, “rakamları göz önünde bulundurarak aylık taksidi, asgari ücreti aşan bir konutu ‘sosyal konut’ diye adlandıran bir kurumun, sürekli vurguladığı konut sorununa ‘gerçeküstücü’ bir yaklaşım geliştirdiğini söyleyebiliriz.”

Sırf ‘mülk sahipliği’ statüsüne erişime odaklanarak TOKİ, başka ülkelerde yaygın olan sosyal konut politikalarının önemli bir boyutunu reddetmiş oluyor. Bu boyut, piyasadan arındırılmış, kanun tarafından yardım edilen/desteklenen kiralık konut sektörüdür.

Prestij konut anlayışının kentsel nüfusa olan etkisini değerlendiren Alev Erkilet, kapalı yerleşmelerin (gated communities) birleştirici ve bütünleştirici rolünü yerine getiremediğini, tam tersine, dışlayıcı bir kent kimliği yarattığını vurguluyor.

Kapalı yerleşmeler, prestij konut alanları, adı ne olursa olsun toplumsal dışlama esasında işleyen her türlü yerleşme biçimi, mahalle olgusunun sağladığı dayanışma, koruma, gözetme imkânlarıyla mukayese edilemeyecek oradan zayıf kalır. Dahası kentsel ayrışma, yol açtığı çatışma potansiyelleri nedeniyle pek çok toplumsal tehlikeyi de beraberinde getirir.

Şehrin merkezinden uzakta, güvenlikli sitelerdeki orta sınıf ev halini bizzat o sitelerden birinde yaşayarak deneyimleyen Ayşe Çavdar, site sakinlerinin bu tür konutları tercih etmelerinin sebeplerini araştırıyor. Komşularla yaptığı görüşmelerde farklı gerekçeler dile getirilse de ortak kanı, şehrin kalabalıklığında hissedilen korku. Çavdar, güvenlikli sitelerde hızla kurulamayan ilişkilerin site sakinlerinde güvensizlik duygusu yarattığını ve bu durumun da bu tür sitelere taşınmadaki beklentilerin tam tersinin ortaya çıkmasına neden olduğunu belirtiyor.

2000 aile için yapılmış, şehirdeki apartmanlarla karşılaştırıldığı zaman lüks gibi görünse de aslında bahçe duvarları ve sıkı sıkıya kurallarla şekillendirilmiş peyzaj düzenlemesi dışında pek de büyük bir farklılık vaad etmeyen bir siteyi hayal etmeye çalışın. Bu devasa alan ve değil sitedeki, bloktaki herkesle tanışmanın imkânsızlığı kaçınılmaz bir içe kapanmayı, içe kapanmaysa şehirdekine hiç de benzemeyen, güvenilecek kimsenin olmadığı devasa, kimliksiz bir alanda tek başınalıktan doğan yeni bir korkuyu beraberinde getiriyor.

Sulukule'nin adını değiştirebilecekler mi? (2007-2013)

Sulukule Platformu üyeleri Sulukule’nin adını değiştirebilecekler mi? (2007-2013) diye sorarak, bu dönüşüm süreçlerini aktarıyor. Platform’un yatay, açık ve pozitif eylemliliği benimseyen yapısını ve yıkımdan sonra da toplulukla ilişkileri sürdürerek yürüttüğü dönüştürücü, destekleyici faaliyetlerini tartışmaya açıyor. “Bir kentsel mücadeleyi başarılı ya da başarısız kılan nedir?” sorusunu hem kendine, hem izleyenlere soruyor.”
– Aslı Kıyak İngin, Sulukule Günlüğü

Aslı Kıyak İngin ve Tolga İslam, Sulukule Yenileme Projesi üzerinden devletin kentsel dönüşümü nasıl meşrulaştırdığını ve bu meşrulaştırmanın kent halkı tarafından kabul görmesi için nasıl stratejiler geliştirdiğini tartışıyor.

Yerel yönetimlerin kentsel dönüşüm projelerini meşrulaştırmak için kullandıkları stratejilerden biri, uygulama yaptıkları mahallelerin enformel karakterini vurgulamak ve yenilemeyi enformelite ile ilgili problemleri çözmek için bir reçete olarak sunmak. Bu yöntemin örneklerinden biri olan Sulukule Yenileme Projesi, mevcut topluluğu ve tarihi kent dokusunu yok ederek, buradaki arsa değerlerini arttıran ve spekülasyon yaratan bir araca dönüştü. Projenin uygulamasındaki üç yeni politik ve yasal araç önemli rol oynadı: Daha büyük ölçekli dönüşümleri mümkün kılan yeni yetkiler, yeni kamulaştırma yetkileri ve finans modelleri.

J. Rancière’in görünürlük biçimleri olarak adlandırdığı olgu açısından, politik alana etki eden sanatsal temsillerin, başka bir ifadeyle kentsel dönüşüme karşı çıkan sanatsal eylemlerin, yerelin çokkültürlülüğünü nasıl yayacağını inceleyen Pelin Tan’a göre, ”yerellikler için tekil bir temsiliyet biçimi bulmak olanaksızdır.”

Sanatçıların ve mahalle sakinlerinin, süregelen kentsel dönüşüm veya kentsel özelleştirme sürecine müdahale edebilmek için belirli meselelere odaklanmalarına izin veren, farklı alanlardan pratikler için bir çevre, bir platform yaratmak, sadece sanatsal pratiklerin yayılımını sağlamak için değil, kolektif sorumlulukla eyleme geçmek adına da etkili bir yol. Sanat projeleri, alternatif platformlar ve karşı-kültürel mekânlar yaratarak, eylemler ve bunlarla ilişkili direniş söylemlerini de mekânsal politikaların eşliğinde üretebilirler.

Kentsel dönüşüm projelerine nasıl karşı durulacağının, herkesi içine alacak ortak muhalefet dilinin nasıl ortaya çıkması gerektiğinin tartışıldığı söyleşide Erbay Yücak, problemin birey-kent arasındaki ilişkide bulunduğunu belirtiyor: ”Kentle kurduğum ilişkide bütün bunların yararlanıcısı değilsem, senin değer olarak gördüğün şeyi de değer olarak saymam.”

Birileri çıkıyor, 15 milyon için bir şey söylüyor ama ardında 200 kişi toplanıyor sadece. Böyle üretilen her pratik muktedir olana da ‘senin söylediğin doğru olsa diğerleri de sahip çıkar’ gibi güçlü bir argüman sağlıyor. Bu 200 kişi ise iki şey yapmış oluyor: Kendi farkındalığıyla tepkisini ifade etmiş oluyor. Bir de medyanın buna yer verebildiği oranda ötekine ulaştığını zannediyor. Burada esaslı bir sorun var. O kavram ya da bu kavram. Eğer bütünden bakacaksak, bir defa 15 milyonun bütünü algılamasını sağlayacak bir yol yürümedikçe, onun gıyabında ve ona rağmen konuşuyor olacağız.

Gezi Parkı mücadelesi sadece İstanbulluların değil, tüm Türkiye’nin kentsel dönüşüme hayır dediği bir direniş. Bugün nükleer santraller, çöp toplama alanları, sit alanlarının yerleşime açılması vb. ile Türkiye’nin birçok farklı kentinde de aynı sorunların var olduğunu biliyoruz. Ayşe Çavdar ve Pelin Tan tarafından hazırlanan İstanbul: Müstesna Şehrin İstisna Hali kitabı, bir yandan, bugün tartışmakta olduğumuz tüm bu kentsel dönüşüm sürecini anlamamıza yardımcı oluyor, bir yandan da bununla nasıl mücadele etmemiz gerektiğine dair farklı görüşleri, yöntemleri ve tartışma biçimlerini içeriyor.

Beyoğlu Belediyesi tarafından hazırlanan Tarlabaşı Kentsel Dönüşüm videosunda mahallenin geçmişteki ihtişamının günümüzde kaybolduğu ve bu proje ile birlikte mahallenin güzelleştirileceği anlatılıyor. Başka bir ifadeyle, burada yaşayan halk, bu halkın sahip olduğu öznel kültür ve yaşam biçimleri yok edilerek mahalle “yenileniyor”.

Kentsel dönüşüm projelerine biraz daha detaylı incelemek için, Türkiye’deki sermaye ilişkilerini üç farklı harita ile anlatmayı amaçlayan Mülksüzleştirme Ağları‘na da bakabilirsiniz. Burak Arıkan’ın önderliğinde yürütülen atölye çalışmalarının sonunda ortaya çıkarılan bu haritalar aracılığıyla, kentsel dönüşüm projelerini gerçekleştiren firmaları ve bu firmaların diğer projelerini inceleyerek nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu görebilirsiniz.

 

*Bu yazı daha önce sanatblog’da yayınlanmıştır. 

Bir sözlü tarih projesi: Gençler Anlatıyor
|

Bir sözlü tarih projesi: Gençler Anlatıyor

Göçmen Kadınlar Birliği ile yapacağımız belgesel film çalışmasının görüşmeleri için sözlü tarihi inceleyebileceğimiz Türkçe kaynak arıyordum. Bizim yapacağımız bilimsel bir araştırma olmayacak, ancak sözlü tarihi bize yol gösterici bir yöntem olarak kullanmayı planlıyoruz.

Görüşmelerin soru-cevap şeklinde mülakat olmasından ziyade, anlatıcının hikayelerine odaklanan sohbetleri olmasını  tercih ediyoruz. Bu sebeple videolar, fotoğraflar, ses kayıtları, metinler… Hepsini bir arada görebileceğimiz ve üzerine tartışabileceğimiz bir proje arıyordum. Ben internet sayfalarının derinliklerini kurcalarken, tam da gözümün önündeymiş: www.gencleranlatiyor.org

Projenin koordinatörlüğü Leyla Neyzi tarafından yapılmış. “Özgürüm ama Mecburiyet Var” başlığıyla basılan proje kitabını okuyorum ben bu aralar.

Sergiyi nasıl duymadım, diye hayıflanıyordum ki o sıralarda Türkiye’de değilmişim… Artık arşiv kayıtlarını inceleyeceğiz.
Proje filminden başlayabiliriz mesela…

What is creativity?
|

What is creativity?

mayaangelou

#Quotes

“Creativity” is one of those grab-bag terms, like “happiness” and “love,” that can mean so many things it runs the risk of meaning nothing at all. And yet some of history’s greatest minds have attempted to capture, explain, describe, itemize, and dissect the nature of creativity. After similar omnibi of cultural icons’ most beautiful and articulate definitions of art, of science, and of love, here comes one of creativity. – Brain Pickings