AB Neoliberal Kapitalizmle Tanışıyor: Öncelik Eğitim Sektöründe
|

AB Neoliberal Kapitalizmle Tanışıyor: Öncelik Eğitim Sektöründe

Geçenlerde bir arkadaşımın kızı Paris’te ilkokula gidiyor, onunla telefonla konuşurken Türkiye’deki özel okul fiyatlarından bahsettik ve konu yurt dışında çocuk okutmaya geldi. Meğer Avrupa’da da her şeyi devlet okulları çözemiyormuş. Ebeveynler son yıllarda çocuklarını daha çok özel okullara yollamaya başlamışlar. İyi özel okulların fiyatları İstanbul’dakilerle kıyaslanamayacak kadar düşük olsa bile, bekleme listeleri varmış. Paris’te yaşayan arkadaşım da ilkokul 3. sınıfa geçen kızı için bir özel okula başvurmuş. Sohbete dahil olan herkesin, üstelik hem Türkiye’de hem de Fransa’da, ücretsiz/burslu aldığı eğitim programlarını hatırlatıp durum analizine başladı: “Fransa eğitim sistemi çöktü.”

Photo by Yusheng Deng on Unsplash

Şöyle ki: Geçtiğimiz yıllarda, devlet bütçesinin yetersizliği nedeniyle bazı kesintiler yapılacağı duyurulmuş. Bilin bakalım kesintiyi nerede yapmayı uygun görmüş Fransız politikacılar? Bingo! Öğretmen maaşlarında. Sonra ne olmuş? Düşük maaşlar nedeniyle insanlar öğretmen olmak istemiyormuş, mevcut öğretmenler de daha fazla para kazanabilecekleri işler arıyormuş. Bitmedi. Devlet okullarında öğretmen sıkıntısı nedeniyle boş geçen dersleri doldurmak için Fransızlar bir çare bulmuş: “Sınıfları birleştirelim!”

15 kişiyi geçmeyen sınıfları diğer sınıflara dağıtıyorlarmış. Türkiye’den bildiğimiz, bir öğretmenin eğitim verebileceğinden fazla çocuk içeren sınıfları hatırladım. Sınıflar kalabalıklaşıyor, öğretmenlerin işi daha da zorlaşıyor. Arkadaşım dedi ki: “Keşke sadece öyle olsa. Kayıt az olunca, 2. ve 3. sınıfların müfredatı birbirine yakın diye onları da birleştiriyorlar. Bir sınıfta hem 2. hem de 3. sınıf öğrencilerine ders anlatıyor öğretmen. Köy okulu gibi!”

İtiraf etmeliyim ki, Paris’in nezih bir semtinde mahalle okuluna çocuğunu gönderip köy okulu eğitimi almak benzetmesine çok güldüm. Benzetmenin sebebi sınıfsal bir aşağılama değil; Türkiye’den aşina olduğumuz dışlayıcı eğitim politikasına yapılan göndermeyle Fransa eğitim sisteminin güncel halini özetlemek. Bilindiği üzere, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde, özellikle Kürt nüfusun yaşadığı köylerde, devlet eğitimi ya birkaç köyün çocuklarının yatılı okuduğu bölge okullarında verilir ya da köye bir öğretmen atanır ve yaşları fark etmeksizin köyün bütün çocuklarına, tek bir sınıfta, farklı dersler anlatılır. Dolayısıyla, “farklı yaş—aynı sınıf” politikasının dışlayıcılığı, daha en başta, çocukların eşit eğitim hakkının devlet tarafından ihlal edilmesiyle başlıyor.

Photo by Tim Mossholder on Unsplash

Burada bir parantez açarak bahsetmek isterim, Doğu ve Güneydoğu bölgelerindeki eğitim sistemine dair yaygın toplumsal kampanyalar, çoğunlukla, mevzunun sadece toplumsal cinsiyet politikalarına odaklanmıştır. Örneğin, “Baba Beni Okula Gönder” kampanyası. Kız çocuklarının zorla evlendirilmeye maruz kalmaması, metalaştırılarak sözde “başlık parası” adı altında satılmaması ve daha da önemlisi, kendi geleceğini tayin etme hakkına sahip olmalarını hedefleyen bu kampanyada ne eksik? Kesişimsel feminist perspektif; yani, bu kız çocuklarının okula gönderilmemesini sadece ataerkil toplumsal cinsiyet normlarıyla değil, bölgenin etnik kimliği ve yaşam koşullarıyla da birlikte ele almalıyız. Örneğin, anadil, ulaşım şartları ve iş pazarı gibi belirleyici diğer faktörlerle bir bütün olarak analiz edilmeli.  

Bu bağlamda, Türkiye’nin eğitimde fırsat eşitsizliğine ve dilin politikasına dair eleştirel bir bakış sunan, 2008 yapımı, İki Dil Bir Bavul filmini anmadan geçemeyeceğim.

Denizlili bir öğretmenin Şanlıurfa’nın Demirci köyündeki bir yılının öyküsü. Öğretmen Kürtçe bilmez, çocuklar Türkçe. Öğretmen ilk kez gördüğü bu coğrafyada, müfredatın ona emrettiğini uygulamaya çalışır, ama bölgenin kendi gerçeklikleri vardır.

MUBİ


Filmdeki ufacık bir kızın kıvrandığı sahnelerde gördüğümüz gibi, tuvalete gidebilmek için izin alınması gerektiğini öğrenmeleri yetmez mesela; “Tuvalete gidebilir miyim?” sorusunu Türkçe olarak söylemeyi de öğrenmeleri gerekir. Okul çağına kadar kullandıkları dil orada yasaklıdır, sınıfta Kürtçe konuşmanın cezası tek ayak üzerinde tahtada dikilmektir.

Ayça Çiftçi, Altyazı, 17 Aralık 2021

Neoliberal Ekonomiyle Tanışan Fransa: Eğitimde Kapsayıcılık OUT / Özel Okullar IN

Konuya doğrudan geri dönersek, Fransız siyasetçiler devlet bütçesini nasıl arttırırız demek yerine eğitim kaynaklarını rahatlıkla kısabilmişler. İnsan merak ediyor: Misal, açık kaynaklardan ulaşmaya çalışsak ve Fransa’nın savunma bakanlığı bütçesi ile öğretmen maaşı kesintilerini karşılaştırsak nasıl bir oran görürüz? Arkadaşımın durumu özetlemek için yaptığı “köy okulu” benzetmesi de bunu anlatmayı amaçlıyordu. Yani, Fransa’nın eğitimde kapsayıcı politikadan artık göz göre göre vazgeçmiş olmasını.

Lakin, Avrupa’da özel okullar ile İstanbul’da alışık olduğumuz Fransız kolejleri bir değil. Örneğin, göçmen ebeveynler arasında yeni bir bilgi akışı trafiği başlamış: Hangi özel okul dinî eğitim vermiyor? Bu, böyle sorunca, kulağa İslamî muhafazakâr geliyor ama durum biraz tersten. Paris’teki başarılı özel okullar çoğunlukla Katolik (a.k.a. özel imam hatip) okullarıymış. Dolayısıyla, göçmen ebeveynler, bu okullarda, çocuklarının hem seküler eğitim alamayacaklarından hem de sahip oldukları farklı kimlikler sebebiyle ayrımcılığa uğramalarından endişe ediyorlar. Bir veli anlatmış, eşi Cezayir kökenliymiş ve oğlunun bunu bilen arkadaşları bir gün çocuğa şöyle sormuş: “İsrail’i mi, Filistin’I mi tutuyorsun?” Avrupa futbol kupasından etkilenen oğlu, neyse ki, futbol takımı soruyorlar sanmış. O zaman geldik mi ortak soruya: “Ben çocuklarımı bu tartışmalardan uzak nasıl büyüteceğim?”

Bitirirken, Fransa’da (modern) eğitim kültürünün, ayrıcalıklı sınıftan olmayanların da okuyup çalışarak sınıf atlayabilme imkânı sunmasıyla övündüğünü belirtmek isterim. Pierre Bourdieu, reproduction sociale (Toplumsal Yeniden Üretim) kavramıyla toplumsal sınıf farklılıklarının eğitim aracılığıyla nasıl yeniden üretildiğini açıklıyordu. Ancak aynı zamanda, eğitimin, bireylere sosyal mobilite imkânı sunarak sınıf atlama fırsatı yarattığını da vurguluyordu. Hiç unutmam, Erasmus değişim programıyla Amiens’e gittiğimde, bize Fransız Medeniyeti öğreten hocamız, Fransa’yı övmelere doyamadığı bir noktada hararetle sözünü noktalamıştı: “Benim babam çiftçiydi, ben öğretmen oldum.”

Kızıl Goncalar - Cüneyd Efendi
|

Mira, Cüneyd Efendi’ye ne yanıt verebilirdi ve neden ver(e)medi? | #KızılGoncalar

Geçtiğimiz hafta, Kızıl Goncalar dizisinden bir kesit, sosyal medyada yine ikili toplum yapısına dair tartışmalara yol açtı: muhafazakârlar ve laikler. Bu ikili kutuplaştırma öyle bir yere gitti ki AKP’nin kültürel hegemonyasının bir neferi bağlamında tartışıldı diziler. “Sekülerler dini bilmiyor değil” temel argümanına dayanan tweet zincirleriyle başlayan bu tartışma, çokça paylaşılan bir youtube videosunda bir anda alevlenerek, “herkes şikayet etsin, RTÜK bu dizileri yasaklasın” noktasına geldi. (Senin de hep dediğin gibi faşizme faşistçe dur demek ne de güzel özgürlük değil mi, Mualla?)

Ben sahnenin yanlış anlaşıldığına inananlardanım. Çünkü eksik anlatılmış. Bana sorarsanız amaç, Mira’nın Ramazan’ı bilmediğini ima etmek değil; Ramazan ayının geldiğinden haberdar olmadğını göstererek iki mahalle arasındaki farkın altını yeniden çizmek. Ramazan ayının gelmediğini İstanbul’da yaşayan biri bilmiyor olabilir mi? Mira’nın İstanbul’da yaşadığı izole hayat düşünüldüğünde bence mümkün. Ben de annesini hatırlatmalarıyla İslami takvimi takip edenlerdenim. Mira’da o da yok.

Peki, neden açıkça “muhafazakârlar da çok oluyor ama” denilemediği için laiklerin İslami donanımlarının altı çizildi? Çünkü Kızılcık Şerbeti. Şöyle, malum, Kızıl Goncalar ve Kızılcık Şerbeti aynı yapım şirketinin, farklı mütedeyyin yaşam şekilleriyle Cumhuriyet temsilcilerinin arasındaki çatışmaya dayanan, iki dizisi. Nursema’nın isyanıyla laiklerin gönlünde taht kuran Kızılcık Şerbeti, Alev’in Apo’yla ilişkisiyle başlayan hikâyeyi sorgulama sürecinden sonra Çimen’in tesettüre girip imam nikahıyla evlenmesi seyircide tansiyonu fırlattı. Dolayısıyla, bana sorarsanız, Mira ve Cüneyd Efendi’nin ‘Ramazan sahnesinden’ sonra çıkan tartışmada fitili ateşleyenler iki dizinin ortak izleyici kümesindendi: Kızılcık Şerbeti’nde muhafazakâr erkeklerin inanılmaz yükselen piyasa değerlerine duydukları öfkeyi Cüneyd karakterinden çıkardılar.

Tabii bir de şu soruyu sormak lâzım: Hırsızın hiç mi suçu yok? Yani yapım ekibi, senaristler ve yönetmenler bu tartışmanın neresinde? Siz hem dizilerinizi RTÜK yasakları karşısında korumak için ‘sosyal medyanın gücünü’ arkanıza alacaksınız hem de sosyal medyada dönen eleştirel tartışmalara kayıtsız kalıp üstünüze düşen sorumluluktan kaçacaksınız. (Oh ne âlâ Mualla!)

O zaman geçelim bir sonraki soruya: İki mahalle arasındaki çatışma, Mira ve Cüneyd arasındaki bir sohbette Ramazan ayı üzerinden nasıl verilebilirdi ki, izleyici, ikili konuşmadan bir tarafın diğerinden daha üstün olduğu imasını değil, aradaki farklılıkların yeniden vurgulandığını anlayabilirdi? Demek istiyorum ki asıl problem, Türkiye yapımı birçok dizi/sinema işinde olduğu gibi, diyalog yazımında.

Böylece geldik bu yazının temel sorusuna: Ben olsam nasıl yapardım? Öyle ya, bir şeye olmamış demek sosyolojik bir bakış değil; kişisel bir beğeni ifadesi. Şüphesiz, bu blog postu bir senaryo çalışması değil. Dolayısıyla, burada yazılan cümleler birebir ifadeler olarak değil; diyalogların izleyiciye verebilecekleri his, mesaj ve hikâyeye dair bilgileri sosyolojik perspektiften örneklendirmek amacıyla kaleme alınmıştır.

Orijinal Sahne:

Muhtemel Alternatif Diyaloglar ve Sahneler

Lâfı girizgahla hiç uzatmadan, bu sahnede alternatif diyalogu zihnimde nasıl canlandırdığımı anlatmaya, orijinal sahnenin girişini alıntılayarak başlıyorum:

Mira: Bir şey ısmarlayayım, çay-kahve?

Cüneyd: Ramazan

Mira: Ramazan kim?

Cüneyd: Recep, Şaban…

Mira: Pardon ya, geldi mi yine 11 ayın sultanı? Malum, sizin mahallede atılan toplar, bizim buradan duyulmuyor, güncellemeyi kaçırmışım.

Böylece, Mira’nın İslami kültürü bildiği ancak onu ti’ye aldığı net bir şekilde anlatılabilir ve bunun sebebinin de iki mahalle arasındaki farklılıklar olduğu vurgulanabilirdi. Üstelik ‘top sesleri’, Mira’nın Ramazan ritüellerine dair bilgisi olduğuna dair mesajı pekiştirir ve ‘mesafe’ kavramı üzerinden aslında mahallelerin birbirleriyle iletişime kapalı olduğu iması da yapılabilirdi. Onun yerine biz ne izledik: Apolitik ve çevresine kayıtsız yetişen bir gençlik temsili; teşekkürler Mira!

Duramıyorum; görüyor ve yeni bir sahnede-yeni bir diyalogla Ramazan ayı üzerinden çatışmayı arttırıyorum. Çünkü Mira’nın alayına Cüneyd’in kayıtsız kalması mümkün değil; temsil ettiği iktidara ‘yakışık kalmaz’:

Cüneyd: (Kinayeli) Annen-baban iftara geldi.

Mira: (Şaşkın) Benim annem-babam?

Cüneyd: Evet, dergâha.

Peki, Mira durur mu? Kendisinden saklanan çok daha fazla şey olduğunu fark edip anne-babasına daha da fazla bilenerek dedesine koşar. Meryem Hanım ve Zeynep’in durumundan lâf açıp konuyu bir şekilde iftara getirir:

Mira: Annemle babam dergâha iftara gitmiş. Meryem iyice değiştirdi onları. Yakında oruca da başlarlar.

Mira’nın kendine has asi ve alaycı üslubunun ateşe attığı odunla Suavi Bey, ilk fırsatta Levent’e çıkışır:

Suavi Bey: Dergâha iftara gitmişsin karınla. Tamam, bir kız çocuğuna yardım ediyoruz ama iftara gittiğin duyulur ve içlerine katıldığın düşünülürse ne olur, hiç düşündün mü?

Levent: Abartma baba, bir kerelik bir şeydi. Hem zaten Cüneyd’i görmeye dergâha gittiğim biliniyor.

Suavi Bey: Aynı şey mi? Senin onu hekim olarak ziyaret etmenle onun verdiği iftara katılman aynı şey mi? Onun cemaatinde temsil ettiği otoriteyi tanıyorsun.

Levent: Baba, bu insanlar bizim evimize de geldiler, ilk defa yan yana gelmiyoruz ki.

Suavi Bey: Hasta ziyaretine geleni kapından çevirmedin, tamam. Ama iade-i ziyaret diye iftara gitmek de ne!

Levent: Meryem’le Zeynep’in gündelik hayatını merak ettim. Eğer oradaki insanlara dair daha fazla gözlem yapıp fikir toplayabilirsem, daha iyi yardım edebiliriz.

Suavi Bey: Demek Meryem’i merak ettin…

Levent: Meryem’le Zeynep’i baba, evet, hepimiz etmiyor muyuz?

Böylece, Mira’nın dedesine durumu aktarmasındaki asıl amacın, ikisinin de Levent’in Meryem’e karşı bir ilgisi olduğunu düşünmeleri olduğunu izleyici anlar. Özellikle, Levent’in ısrarla ‘yardım etme arzusuna’ yaptığı vurgularla, Mira ve Suavi Bey tarafından şüphelenilen ilgiyi kendisine henüz itiraf etmediği ve hatta görmeyi de inkar ettiği ima edilmiş olur.

Kızıl Goncalar Ramazan temasını işlerken ne umuldu, ne oldu?

Tek bir kinayeli yanıt bütün akışını geliştirdi ve üstelik Cüneyd ve Mira arasındaki diyalogu hikâyenin genel akışında ‘havada asılı kalmaktan’ kurtardı. Cüneyd’in Mira’ya kestiği ahkâmın olay örgüsünde açtığı yeni kapılar, sorular ve sorgulamalar da cabası. Bu sebeple, muhafazakârlar vs. lakikler tartışmasına yeniden yol açan yukarıdaki sahneyi tekrar düşündüğümde yine başa sarıyorum: Mira niye bir cevap ver(e)miyor?

Bu, yapım ekibinin kasıtlı bir tercihi mi yoksa sadece basiretsizlik mi (ya da RTÜK mü) bilemiyorum. Sonuçta eleştirileri duymamazlıktan gelmeyi tercih ediyorlar. Lakin benim hayal ettiğim örneklerle aslında anlatmak istediğim şu: Diyalogların sosyolojik bağlamı vardır; lütfen karakterleri iki boyutlu yaratmaktan vazgeçin. Bu insanlar kimlerle görüşür, boş zamanlarında nereye giderler, içlerini kime dökerler, bu toplumun içinde kendilerini nereye nasıl ait hissederler, hiçbir şey yok. İki boyutludan kastım sadece karakterlerin karikatüre edilmiş olması değil; bir, karakterin mahallesine karar veriyorlar; iki, o mahallede üstleneceği rolün derecesine – ılımlı mı, asi mi, arabulucu mu yoksa halay başı mı? İnsanların üzerine kostüm diker gibi karakter giydiriyorlar. Herkes homojen ve herkes olduğu toplumsal konuma ışınlanarak gelmiş; kendisine tebliğ edilen görevleri icra ediyor. Misal, Meryem’in ‘benim başıma gelenin kızımın başına gelmesine izin vermeyeceğim’ diyerek Zeynep’i korumaya çalıştığını biliyoruz; lakin, Meryem’in en basitinden kocasının otoritesine karşı çıkma cesaretini nereden aldığı bir muamma. İstihareye yatarak mı? (Diziyi izleyenler hatırlar, bu soru ironi içermez.)

Hadi, diyelim Kızıl Goncalar’da tarikat mahallesinin üyeleri kentten izole hayatlar yaşıyorlar. İyi de, dergâh maşallah cadı kazanı. Diğer bir örnek, Feyza, boş zamanlarında ne yapar? Dergâhta ders vermediğinde evinde çeyiz mi düzer hep? Cüneyd Efendi’ye olan aşkını kime anlatır, nasıl anlatır? Cüneyd Efendi’nin evlenmesine karşı hangi kapılarda derdini anlatmış sesi duyulmamıştır da bir anda gidip isyankar için gazeteci Hande’ye dökmüştür? Her şey havada, çünkü sosyolojik bağlam yok.

Hande’ye biçilen ‘yetmez ama evetçi’ profilinde bu eksikliği daha iyi görüyoruz. Tamam, liberalsin, mevcut düzene karşısın, hayata kutunun dışında bakıyorsun da herkes AKP’nin ikinci perdesinde gemisini yürütmenin yolunu yeniden bulmuşken sana ne oldu, sana kimler neden kıydı be Hande? Sen neden tarikat haberi yapmak için birilerine yalvarır hale geldin? Bu kadın sanki hiç okula gitmemiş, hiç meslek sahibi olmamış, hiç sosyalleşmemiş, hiç birileriyle ortak bir mücadele yürütmemiş gibi neden bütün hayatını abisi ve abisinin dramaları etrafında yaşıyor? Hepsini geçtim, Mira’nın sınav stresinin Alkanlı malikanesinde yarattığı stresle başlayan dizide Zeynep iki kere kaçma teşebbüsünde bulundu; lakin, Mira’nın bu hayati sınavından kimse artık bahsetmiyor. Ne oldu, kurul kararıyla seneye mi alındı sınavlar?

Kızıl Goncalar’ı en iyi özetleyen fragman:

Artık bu, izleyiciyi aptal yerine koymaktır. Oysa kültür endüstrisi, dizi sektörüne (benim yorumumla) tam tersini önerir: İzleyicinin bağ kurabileceği karakterler yarat ve olayları önceden tahmin etmelerine müsaade et ki kendilerini olayların bir parçası hissetmeye devam etsinler. Bizse bu dizilerde sahneleri anlamayıp toplumsal kutuplaşmayı körükleyen tartışmalara savruluyoruz.

Bütün bu karmaşayı önlemek ve eğer varsa, dizilerin mesajını doğru aktarabilmelerini sağlamak için ısrarla vurguladığım sosyolojik bağlamı test etmenin yöntemi de bence oldukça basit: Bu karakter bu durumda ne tepki verir? Durumu değil, karakteri düşünerek hikayeyi geliştiren diyaloglar yazmak.

ps: Piyasanın aklıbaşında insanlarının da bunun farkında olup uygulayamamalarının gerekçeleri bambaşka bir tartışma konusu.

Mahalle Baskısı ya da Tarih Meleğinin #KızılGoncalar’da Gördüğü
|

Mahalle Baskısı ya da Tarih Meleğinin #KızılGoncalar’da Gördüğü

Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı açıklandığında, AKP’nin ilk dönemlerinde yapılan ateşli tartışmalardan biri düştü aklıma istemsizce: Mahalle baskısı. Ruşen Çakır, 2007’de, Religion, Society and Modernity in Turkey adlı kitabı üzerine sosyolog Şerif Mardin’le bir röportaj yapmıştı. Şerif Mardin, AKP politikalarını değerlendirdiği bu röportajda, mahalle baskısı kavramından ilk kez bahsettiğinde ortalık ayağa kalkmıştı.

Bu sosyolojik kavram, yaygın olarak, laikliğin önünde bir tehdit olarak algılanmış ve buradaki tartışmalarda “yetmez ama evetçiler” olarak adlandırılan politika eleştirilerin hedefi olmuştu. Çok az bir kesimse kavramın geliştirilmesi gerektiğini ve bu haliyle doğru anlaşılmadığını savunuyordu. (Tahminlerim olmasına rağmen) kimle konuşuyorduk tam hatırlamıyorum, sosyoloji hocalarımdan biri, Şerif Mardin’in mahalle baskısı kavramıyla ‘AKP’nin ileride yaşayabileceği toplumsal baskıyı’ işaret etmeye çalıştığını anlatmıştı o dönem.

Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını duyduğumda, “o zaman, bu zamanmış” diye düşündüm.

Tartışmalar neydi diye geriye dönüp okumak istediğimde Ruşen Çakır’ın hazırladığı kitapla karşılaştım. Röportajın orijinali ve o dönemin köşe yazılarının derlemesinden oluşan kitabı 2021 baharında okurken Walter Benjamin’i andım: Angelus Novus – gelecekten gelen ve bugünü anlamak için geçmişi kavramsallaştırmaya çalışan “tarih meleği.”

Angelus Novus - Walter Benjamin
Paul Klee | Angelus Novus

“Klee’nin ‘Angelus Novus’ adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üstüste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket.”

Walter benjamın

Şerif Mardin’in röportajını 20 yıllık AKP politikalarının yaşanmışlığıyla okuduğumda, o enkazın altında, önemli bir sosyolojik uyarıyı toplumsal olarak nasıl ıskaladığımızı gördüm.

Türkiye’nin toplumsal yapısına dair gelenek kavramı üzerine sosyolojik çalışmalar yürüten Şerif Mardin’e göre iki tür gelenek bulunur: Büyük ve küçük. [Şerif Mardin’den aktarıldığı üzere] küçük gelenek, kırsal bir hayat yaşayan ve tarımla geçinen insanların kültüründen; büyük gelenek ise başta yönetici sınıf olmak üzere şehirde yaşayan insanların kültüründen müteşekkildir.” Bu bağlamda, Şerif Mardin, mahalle baskısı kavramıyla, o dönem AKP politikalarına atfedilen “modern muhafazakâr” kimliğinin Türkiye’nin geleneksel toplum yapısıyla uyumlu olmadığını vurgulamak istemiş.

Benim yorumladığım kadarıyla, Şerif Mardin, “iyi güzel siz İslami hayatı kentte böyle modern yaşıyorsunuz da bu işin bir de Anadolu tarafı var; onları bu sürece nasıl dahil edeceksiniz ya da eğer edemezseniz de Anadolu’nun bu mahalle baskısıyla nasıl baş edeceksiniz?” demiş. Bu kendi dilimde ifade ediş, akabinde, bana şu soruları düşündürttü: Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı ile küresel yükselen anti-gender (toplumsal cinsiyet karşıtlığı) hareketleri birbirlerinden nasıl etkileniyor? 2011’den 2021’e hem ulusal hem de ulusötesi AKP politikaları nasıl değişti? Özetle, son 10 yılda tam olarak ne oldu da Türkiye sözleşmeyi ilk imzalayandan sözleşmeden ilk çekilen ülke konumuna döndü? Mercator-IPC araştırma projemde bu soruların peşine düştüm aslında. Ancak bu yazıyı o araştırma projem için yazmıyorum. Burada mevzu, Kızıl Goncalar – televizyon dizisi.

Köşeleri sivriltilerek tek tipleştirilmiş laik ve muhafazakâr karakterleriyle Kızılcık Şerbeti’nin yarattığı gündem (reyting diyelim) ortadayken, aynı yapımcı yeni bir dizi sürdü piyasaya – bu sefer de biraz Kemalistleri ve tarikatları karikatürize etmez miydik? Bilemedik. RTÜK, gelen şikayetler üzerine, (şimdilik) 2 haftalık yayın durdurma cezası verdi. Ben yine Şerif Mardin’i, Türkiye’yi İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına götüren süreçte tarikatların etkinliğini ve 2023 genel seçimlerinde sıkça gündeme gelen devletin tarikatlaşmasını hatırladım. Kızıl Goncalar dizisine ve yarattığı toplumsal tepkiye baktığımda gördüğümü yazmak yerine, bu sefer, iki video bırakıyorum ilgilisine.

İzlerken, Marx’ı, Das Kapital’i ve şu sözünü birlikte düşünmeli insan: “Din, toplumların afyonudur.”

1: İsmail Arı, Menzil’in Kasası

Gazeteci İsmail Arı’nın yolu, Kızılay üzerine araştırma yürütürken, Menzil tarikatıyla kesişmiş. İncelediği belgelerde, Kızılay’ın satın aldığı ürünlerin Menzil tarikatına ait şirketler olduğunu gördüğünde, önce, tarikatın sağlık sektöründeki yapılanmasının izini sürmüş. 2012’de hükümet yetkililerinin katılımıyla gerçekleştirilen EMSEY HOSPITAL açılışının ikonik bir görsel olduğunu belirten Arı, özellikle Menzil tarikatında üst düzey bir yöneticinin tanıklığıyla, bu toplumsal (siyasi) ilişkilerin peşine düşmüş. Menzil’in Kasası isimli kitabının tanıtımı için verdiği bu röportaj, bir anlamda, Kızıl Goncalar dizisinde portresi çizilen tarikat yapısının günümüz koşullarındaki arka planını sunuyor.

“Adına hizmet diyorlar. (…) Ne yapacaksın? Ücretsiz orada [Menzil köyünde] faaliyette bulunacaksın. Belki on gün yolları süpüreceksin. Belki bir hafta mutfakta temizlik yapacaksın. İnşaat işi varsa inşaatta çalışacaksın. Hatta cemaat mensupları, yıllık iznini kullanıp oraya bu hizmet adı altında gidenler var. Yılda [bir insanın] izni 21 gün; o 21 günü orada hizmet adı altında çalışmak için harcıyor ve sonra geri dönüyor. Hatta deniyor ki polisler, askerler dahi yıllık izinlerini bir kısmını hizmet adı altında orada geçiriyorlar. [Kaynağımıza göre] cemaati yöneten şeyhlerin korumalarının da bu şekilde oluştuğu. En başta söyledim, uzman çavuş, astsubay arasında çok örgütlüler diye. Örneğin, İstanbul’daki bir polis memuru 15 gün izne ayrılıyor ve oraya gittiğinde hizmeti de Menzil’in şeyhlerine korumalık yapmak. 15 gün onun izni bitiyor döneceği zaman bir Jandarma uzman çavuş gidiyor. Belinde zaten taşıyabildiği, mesleğinin gereği silahı var, yıllık izninde şeyhin korumalığını yapıyor ve bu döngü sürekli devam ediyor.”

İsmAİL ARI

2: Mustafa Öztürk, Kızıl Goncalar Kimden Yana?

İlahiyatçı akademisyen Mustafa Öztürk, doğrudan tekke ve tarikatların tarihi dönüşümü üzerine bilgiler sunarken, Kızıl Goncalar dizisinin, aslında, dile getirdiği konular çerçevesinde (gizli) siyasi bir mesaj (amaç) içerdiğini iddia ediyor. O da şu: Bu ülkede kutuplaşma son bulacaksa, bu, ancak muhafazakârların şefkati, hoşgörüsü ve merhametiyle olacak. Başka bir ifadeyle, Öztürk, dizinin eleştiri perdesi arkasında belli bir yaşam biçiminin propagandasını yaptığını savunuyor. Bu tersten teorisininnin doğrulandığını ya da yanlışlandığını göreceğiz.

“Dizinin bir derinliği var, o diziyi kurgulayan zihniyetin de bir derinliği var… Zeynep, Meryem, mazlumlar… Hele hele bir de Birgül Hanım var ki… Diğer taraf mutant yani… Ve onlar öyle güzel yürekliler ki taş kesilmiş kalpleri bile yumuşatıyorlar… Gene puan kimin hanesine yazılıyor hocam? Gene muhafazakârlara… Eğer bu dizi şak diye kesilirse benim bütün teorilerim çöker.”

Mustafa öztürk
@jillisblack
|

@Jillisblack | Selling Blackness and Queerness in the Age of Identity Influencers #readingbuzzy

Recently, I developed a newfound interest in reading autobiographies of Influencers. I yearned to understand how they forged their online personas, achieved virality on social media, and coped with the myriad costs of fame in the Influencer industry. Among the tales that captivated me the most was that of @Jillisblack. Her story stands out not just because she is Black and queer, but because she has been attuned to her audience’s expectations in the culture industry since the moment her first video went viral on Facebook in 2016. Her narrative unveils the complexity of today’s Influencer economy, where the valuable currency is the sale of one’s persona.

(…)

More on Medium.com

Documentarist 16. İstanbul Belgesel Günleri’nde Neler İzledim?

Documentarist 16. İstanbul Belgesel Günleri’nde Neler İzledim?

Documentarist 16. İstanbul Belgesel Günleri bu yıl gösterim alanlarını genişleterek CKM’yi (Caddebostan Kültür Merkezi’ni) de programa dahil etmiş. Şansıma, festivalde izlemek isteyeceğim filmler mahalleme geldi. Bu yıl, festival gönüllü ekibine katılıp CKM’de yapılan soru-cevap bölümlerinde moderasyon görevini üstlendiğim için filmlerle ilgili yönetmenlerle doğrudan sohbet etme fırsatım da oldu.

Belgesel filmlere yaklaşımım sosyolojik araştırma okuma hevesimden pek de farklılaşmıyor aslında. Sonuçta, ikisinde de bir dertlenme ve hikâye anlatılıcılığı var. Üniversitede İstanbul Film Festivali’nin (eğer adını yanlış hatırlamıyorsam) Hangi İnsan Hakları? bölümünü takip ettiğimi gören bir arkadaşım alay etmişti: “İnsanlar yabancı filmleri izlemeye gidiyorlar, biliyorsun, değil mi?” İyi de, o filmlerin çoğu ödül alıyordu, sonra da vizyona giriyordu. Oysa o dönem henüz dijital platformlar da olmadığı için çok az gösterim fırsatı yakalayan belgeselleri izlemek benim için daha öncelikliydi. Özellikle de bu konuda yerelci bir tavrım olurdu: Kim bu memlekette neyle dertleniyor ve onu nasıl anlatıyor? Festivallerde peşine düştüğüm asıl soru hep buydu benim. Bu yıl, Documentarist’te yine yerel yapımları izleyerek bu tavrımdan ödün vermediğimi baştan söylemek isterim.

İzlediğim filmleri bu postta kişisel beğenime göre sıraladım ama yıldızlı puan verme gereği duymadım. Sıralamanın gerekçeleri kısa yorumlarımda gizli.

***

Kim Mihri

Yönetmen Berna Gençalp, katıldığı bir sanat tarihi dersinde ressam Mihri’yle tanıştıktan sonra “19. yüzyılın sonunda Osmanlı İstanbul’unda başlayıp Roma, Paris ve New York’a uzanan hikayesini ortaya çıkarmak üzere, “Kim Mihri” sorusuyla yola koyulur.” Bu soru, Mihri’nin hikâyesinin neden zaman içinde kaybolduğunun sorgulamasını barındırıyor aslında içinde. Ya da başka bir ifadeyle, sanatçılar ve sanat tarihçilerle yapılan röportajlar aracılığıyla Mihri’nin nasıl unut(tur)ulduğunun izini sürüyor film.

Filmin başında öğrendiğimize göre Mihri’ye dair en yaygın argüman, New York’ta yokluk içinde öldüğü. Üstü kapalı, “başarılı olamamış” bir kadın ressam argümanı. Oysa, özellikle araştırmacı Özlem Gülin Dağoğlu’nun aktardıklarından Mihri’nin gittiği her ülkenin elit sınıfıyla bir bağ kurmayı başardığını öğreniyoruz.

Film, animasyonlar, canlandırmalar ve Mihri’nin yeğeni ressam Hale Asaf’a yazdığı mektup gibi farklı kaynaklarla seyirciye yeni bir sanat tarihi okuması sunuyor. Ancak bu okuma da salt bir gerçeklik sunma iddiasından öte “Kim Mihri” sorusuna yeni sorular ekliyor. Bu açıdan da film, Mihri’nin hayatının belgeselini değil; Mihri üzerine bir belgesel yapmanın hikâyesini anlatıyor daha çok. Belki de bu durum, yönetmen Berna Gençalp’in, soru-cevap bölümünde, filmin Mihri hakkında bulunan her yeni bilgiyle geliştiğini belirtmesiyle de doğrudan orantılıdır. Hatta belki filmin yer yer bende (beklemediğim bir şekilde) sanat tarihi dersine katılmışım hissi uyandırması da bu sebepledir.

Son olarak, “Kim Mihri” belgesel projesinin Türkiye sanat dünyasına en büyük etkisinin 2019 yılında SALT Galata’da açılan “Mihri: Modern Zamanların Göçebe Ressamı” başlıklı sergi olduğunu düşünüyorum. Film hem sergi hazırlıklarını da belgelemesi hem de sergi turuyla final yapması sebebiyle de unut(tur)ulan bir kadın ressamın hayat hikâyesi yerine bir hafıza projesinin dokümentasyonu olarak iz bırakıyor zihnimde. Ki bu da hafıza ve tarih yazımı arasında feminist pedagojiyi yeniden düşünmemiz için değerli bir örnek sunuyor.

Boşlukta

Kentsel dönüşüm projelerine dair yoğunluklu olarak şehrin hafızasını yerle bir olması ve soylulaştırma tartışılırken yönetmen Somnur Vardar, kamerayı, sektörün belki de en az konuşulanlarına, inşaat işçilerine çeviriyor. Filmde, dedeleri ve babaları gibi inşaatlarda duvarcılık yapan “Mardinli atanamamış öğretmen Ferhat ve kuzeni Emrah” hikâyenin odağında dursalar da asıl olarak inşaat işçilerinin çalışma ve barınma gibi temel hayat koşulları yakın plandan belgeleniyor.

Ödenmeyen ücretlerin, yorgunluktan haftalarca haberleşilemeyen ailelerin ve hayallerin konuşulduğu sohbetleri inşaatlar ve işçi barakaları arasında dolaşarak izleyiciye aktaran film, Türkiye’nin toplumsal yapılaşmasını da doğrudan gösteriyor: Soru-cevap bölümünde yönetmenin aktardığına göre Ferhat, yıllardır inşaatlarda çalışırken Kürt olmayan kimseyle karşılaşmamış.

Filmin toplumsal cinsiyet açısından en vurucu noktalarından biri de inşaat işçileri sendikasında yer alanlar dışında hiçbir sahnede kadın olmaması. Bu bağlamda, film, inşaat sektöründe kadınların beyaz yakalı işlerde çalıştıklarını ve sahanın erkek egemenliğini açıkça dile getirmeden aktarıyor.

Öte yandan, filmde tartışmalarını sıklıkla duyduğumuz ve Ferhat’ın da hayali olan Cezayir’e gidip çalışmak, inşaat sektörünün en bilinmeyen noktalarından biri olabilir. Bu tartışmalar hem Batı’ya doğru göçün inşaat işçileri için tersine hareketini hem de Cezayir’deki ücretlerin Türkiye’de bir iş kurmak için sermayeye dönüştürülmesi arzusuyla işçilerin inşaat sektöründen kurtuluş planını gösteriyor.

Böylelikle, Boşlukta, kentsel dönüşüm projelerinin en temel yapı taşı inşaat işçilerine odaklanarak kentsel planlamanın görünmeyen ya da başka bir ifadeyle görmezden gelinen işçilerin çalışma ve yaşam koşullarının değerli bir belgelemesini sunuyor.

Kavur

Filmin tanıtım metninde, “Genç bir kadın, yönetmen Ömer Kavur’un filmlerindekine benzer bir yolculuğa çıkarsa tüm sıkıntılarının çözüleceğine inanır” cümlesini okuduğumda biraz şüpheyle yaklaştığım Kavur, yalnızlıkla ya da daha doğru ifadesiyle aidiyetsizlikle dertlenenlere sesleniyor. Filmde, yönetmen Fırat Özeler’in Ömer Kavur’un filmlerinden, röportajlarından ve hakkındaki yazılardan yola çıkarak hazırladığı metnin ana hattında ve çok az yer verilen röportajlarla, salt film yapma arzusunun beraberinde getirdiği bir yaşam irdeleniyor.

Bende “bir köşeye çekilip altını çize çize ve üstüne düşüne düşüne yeniden okuma” arzusu uyandıran metne yön veren görsel dil ve kurgu da aidiyet(sizlik) arayışını ve bu uğurda yapılan yolculuğu tüm olağanlıyla aktarıyordu. Heyecan, endişe, korku, yılgınlık, belki de boşvermişlik… Filmi izlerken arşiv ya da buluntu görsel olduğunu düşündüğüm mekânların, belgesel için özel olarak araştırılıp bulunduğunu ve filmde kullanılan görsellerin %80’inin de orijinal görüntü olduğunu soru-cevap bölümünde öğreniyoruz.

Filmin başka gösterimlerinde metni seslendirenlerin seçimine dair sert eleştirilerin geldiğini sonradan öğrendiğim Kavur, bence, varoluşla dertlenen az ama belki de öz bir kitleye sesleniyor. Çünkü film bir Ömer Kavur belgeseli sunmak yerine, Ömer Kavur’un hislerinin tahayyülü üzerinden bir hikâye anlatıyor.

Ulysses Çevirmek

“Ayaklı bir Kürtçe sözlük” olarak betimlenen Kawa Nemir’i merkezine alan filmde, Kürtçe’nin Türkiye’de verdiği varolma mücadelesi anlatılırken aslında bir sömürgecilik tarihi de izliyoruz. Bunun en temel göstergesi, Kawa Nemir’in İstanbul, Mardin ve Diyarbakır’da maruz kaldığı kurumsal ve toplumsal baskıların ardından yıllardır üzerinde çalıştığı James Joyce’un Ulysses kitabının Kürtçe çevirisini tamamlamayabilmek için Amsterdam’a iltica etmesi olabilir.

Yönetmenler Aylin Kuryel ve Fırat Yücel’in Kawa Nemir’i Amsterdam’da sık sık ziyaret ettiklerinde yaptıkları sohbetler ile arşiv görüntülerinin birleşiminden oluşan bir anlatı sunan film, soru-cevap bölümünde izleyiciler tarafından da dile getirildiği üzere zaman zaman odak kaybı hissi yaratıyor. Özellikle, Kawa Nemir’in Amsterdam’da mülteci olarak ev bulma sorunuyla yüzleştiği anlatıların net olmaması ya da yönetmenlerin Kawa Nemir olmadan Ulysses buluşmalarına katılmaları filmdeki anlatıyı bana yeniden düşündürttü. Ancak film, her haliyle, bir direniş hareketinin hafızasına değerli bir katkı sunuyor.

Düet

“Senkronize yüzme sporu sayesinde tanışmış iki yakın arkadaş ve düet partneri” Mısra ve Defne’nin 2020 Olimpiyatları’na hazırlanma sürecini mercek altına film, Türkiye’de spora yapılan yatırım ve kadın sporcu olma hallerinin farklı perspektiflerini tartışmaya açıyor. Mısra ve Defne’nin antremanlar ve yarışlarda kendilerinin çektikleri ve arşiv görüntülerinin birleşiminde yapılan kurguyla sadece iki genç kadının sporcunun hayatını ve sportif mücadelelerini değil, Türkiye’de spor dünyasının toplumsal cinsiyet ayrımcılığını da belgeliyor.

Yönetmenler İdil Akkuş ve Ekin İlkbağ, soru-cevap bölümünde, filmdeki dilin baştan düşünülmediğini; Mısra ve Defne’nin yüzme sporu ve kadınlık haliyle zaman içinde yaşadıkları değişim ve dönüşümün böyle bir anlatıyı ortaya çıkardığını belirtti. Bunun bir kurmaca değil organik olduğu da zaten filmin içinde anlaşılıyor. Film, böylelikle, kurduğu görsel dilin sadeliği içinde güçlü bir anlatıyla Türkiye’de kadın hareketini vurucu bir şekilde belgeliyor.

***

İstanbul Belgesel Günlerini tüm zorluklarına rağmen yıllardır devam ettirdikleri için tüm Documentarist programlama ve gönüllü ekibine mille mercis!

rainbow flag LGBTQ+ parade
|

Düzcinseller için: LGBTİ+ Onur Ayı Sosyal Medyada Nasıl Kutlanır?

Haziran ayı, lezbiyen, gay, biseksüel, trans, interseks ve bütün toplumsal cinsiyet ve cinsel kimliklerin varoluşunun anılması ve kutlanması için, tüm dünyada, LGBTİ+ Onur Ayı (Pride Month) olarak belirlenmiştir. 28 Haziran 1969’da New York’ta Greenwich Village semtinde yer alan Stonewall adındaki bir bara yapılan polis baskını sonrasında eşcinseller bir dizi gösteri ve direniş başlatmıştı. Stonewall ayaklanmaları olarak tarihe geçen bu direnişin yıldönümünü anmak için düzenlenen Onur Yürüyüşleri (Pride Parade) zaman içinde gelişip genişleyerek bütün bir aya yayılmıştır. Günümüzde, Onur Ayı kapsamında hem LGBTİ+ haklarına görünürlük sağlanması hem de LGBTİ+ kültürünün kutlanması için bir dizi yürüyüş, gösteri ve etkinlik düzenlenir.

Onur Ayı — LGBTİ+ haklarının savunuculuğu

Onur Ayı boyunca sosyal medya da LGBTİ+ haklarına dair farkındalığı yaymak, çeşitliliği kutlamak ve insanların kendilerini ifade etmeleri için güvenli bir alan yaratmak için kullanılan etkin araçlardan biridir.

Ancak LGBTİ+ haklarını savunmak sadece LGBTİ+ların vermek zorunda bırakılacağı bir mücadele olmamalı. Biyolojik cinsiyeti ile toplumsal cinsiyeti ve cinsel kimliği uyumlu olan (cishet — cisgender ve heteroseksüel) düzcinseller de LGBTİ+ların özgürlüğünü temel insan hakları kapsamında savunabilmeliler. Ama nasıl?

LGBTİ+ların yerine konuşmayın — LGBTİ+ların konuşması için alan açın

Dilinizi Kontrol Edin: Mevzu sadece artık defalarca tekrarlanmış cinsiyetçi küfürleri etmemek değil. “Farklı” ya da “değişik” gibi insanların kimliklerini marjinalleştiren ifadelerden de kaçının.

Çeşitliliği Kabul Edin: İnsanlar sizin yaşadığınız hayatları yaşamıyor olabilirler. Bu, onları “farklı” ya da “değişik” yapmaz; hayatın ve dolayısıyla kimliklerin çeşitliliğini gösterir.

LGBTİ+ Hareketinin Araçsallaştırılmasına Karşı Durun: Literatüre Pink Washing olarak dahil olan ve LGBTİ+ hareketini destekler gibi görünerek onu aslında ticaret için araçsallaştıran markalardan uzak durun ve siz de kendi sosyal medya görünürlüğünüz için LGBTİ+ hareketini nesneleştirmeyin. Bir hareketi desteklemek ile parçası olmadığınız bir hareketin savunusu/sözcüsü olmak arasındaki farkı unutmayın.

Safları Sıklaştırın: LGBTİ+ların yaşam haklarını korumak için onların yanında olun ama onların taleplerini onlar adına dile getirmeyin. Bunun için LGBTİ+ların ve LGBTİ+ derneklerin sosyal medya paylaşımlarını beğenebilir ve yeniden dolaşıma sokabilirsiniz. İçeriklerine yorum yazabilir ve etkileşimlerini arttırarak seslerini güçlendirebilirsiniz.

LGBTİ+ların Çalışmalarını Maddi Olarak Destekleyin: Mücadelelerini geliştirmek ve güçlendirmek için öz örgütlenme modeliyle kurulan LGBTİ+ derneklerine maddi bağış yaparak ya da ürettikleri ticari ürünlerden satın alarak LGBTİ+ların kendi sözlerini söyleyebilecekleri alanları açmaları için destekleyebilirsiniz.

LGBTİ+ Hakkında Daha Fazla Bilgi Edinin: Onur Ayı hem bir kutlama hem de LGBTİ+ların tarihi ve mücadelesine dair bilgi edinme zamanı. LGBTİ+ kitapları, filmleri, dizileri ve belgeselleri hakkında daha fazla bilgi sahibi olabilir ve bu kaynakları okumak ve izlemek için biraz daha fazla zaman ayırabilirsiniz. Bu kaynakları sosyal medyada paylaşarak LGBTİ+ mücadelesinin ve kültürünün görünür olmasını sağlayabilir ve başkalarını da LGBTİ+fobiye karşı durmnak için harekete geçirebilirsiniz.

Etiketlenmekten Korkmayın: Mahalleli beni de “öyle” mi zanneder korkusunu bırakın çünkü zaten “öyle” olmak bir “suç”, “günah” ya da “eksiklik” değil. Sosyal medya paylaşımlarınızla LGBTİ+fobiye karşı durarak toplumsal cinsiyet ve cinsel kimliklerin çeşitliliğini kabul ettiğinizi, herkesin özgür yaşam hakkını savunduğunuzu ve hiçbir insanın sahip olduğu kimlik(ler) sebebiyle marjinalleştirilmemesi gerektiğini söyleyebilirsiniz.

Onur Ayı Boyunca Hatırlayın ve Hatırlatın: Temel insan hakları herkes içindir ve Onur Ayı çeşitliliğin ve kapsayıcılığın görünür kılınıp kutlandığı bir aydır.

Toplumun çoğunluğunu oluşturan düzcinsellerin, yapısal ve kurumsal ataerkil şiddet sebebiyle daimî olarak marjinalleştirilen ve hedef gösterilen LGBTİ+ları Onur Ayı boyunca sosyal medyada desteklemeleri ve görünürlüklerini arttırmaları *herkes için özgürlük* talebinin gerçekçi bir adımıdır.

Ama hep akılda tutarak: LGBTİ+ların yerine konuşmadan; LGBTİ+ların konuşması için alan açarak.

Viva HERKES için feminizm!

***

Featured Image: Photo by Mercedes Mehling on Unsplash

Why so personal dramatic stories? — A short discussion on exhibiting migration and gender  around “the 30 KG” #BerlinGlobal #exhibitionbuzzy
| |

Why so personal dramatic stories? — A short discussion on exhibiting migration and gender around “the 30 KG” #BerlinGlobal #exhibitionbuzzy

Finally, I got a chance to visit the 30 KG exhibition at the Berlin Global — in the Berlin exhibition in the controversial Humboldt Forum. Indeed, it is hard to call “the 30 KG” an exhibition, as it is a corner in the exhibition halls of the Berlin Global. At the entrance, after the museum professionals’ kind greetings and information concerning the exhibition halls and the wristbands as part of the visit — which will be discussed in another blog post —, I said: “Thanks for the info, but I had seen the exhibition before and experienced the wristband. I want to get to the 30 KG exhibition.” As I finished, I saw how their eyes got a blank, confused look. I understood their reaction as I got to the point: It is just two mid-scale walls at the corner — more like an art installation rather than an exhibition with a narrative, and it is not only because it has an object installation in the middle.

The exhibition design is composed of a boarding pass on one wall introducing the exhibition textually, more texts on the other wall, and an object installation that items are split out of a suitcase in the middle, again, along with texts. It reminded me of a crucial statement in a curatorship workshop I attended years ago: “Nobody visits an exhibition to read.” We were working on writing for exhibitions, and the workshop conductor showed different welcoming and information texts and labels to explain the core elements of curatorship. The corner I was looking at in the Berlin Global exhibition halls is the opposite of what we discussed in that workshop.

One quickly gets the point: Some issues concerning the migrant women from Turkey living in Berlin are on display. However, it is hard to get what the issues are. Hence, one asks themselves: What is the propositional statement of this corner in the exhibition? I mean, what are the objectives and vision for making this exhibition corner itself, and what are the objectives and vision for displaying this at Berlin Global?

It definitely needs a particular post to discuss how and why not to design an exhibition on migration and gender by bringing together several unrelated topics along with long texts, but I keep the discussions around a general and crucial question for this post: Why so drama? — Why can’t we discuss migrant and refugee women’s years-long fighting and achievements in Berlin? We must keep telling our (hetero-)sexist and racist discrimination experiences in daily life by all means. Nevertheless, we can still make them visible and audible by telling the story from the achiever’s / survivor’s side, not the oppressed one’s / victim’s. 

In my pre-visit comments post, I have already mentioned how problematic I find applying a narrative of a particular migration story from Turkey to define the concept of losing in migration. Plus, the title is incorrect — one can bring less than 30 KG to Germany when it concerns the baggage rights on one flight ticket.

“Dear all, gather together; I have to make an announcement!” — In my first post, I did not mention this topic on purpose because it felt too much at once. However, after talking with my friends each time I informed them about “the 30 KG”, they all got confused: “But one can only bring 20 something kilo, right?” Right — you did not miss any info, dude, but they did. For those unfamiliar with flying to Turkey, almost all airline companies have a ticketing policy selling flights under different categories with different baggage kilos. However, there is no 30 kg option unless you pay for the extra baggage. 

I questioned a lot about what I was expecting from “the 30 KG”. I guess I finally found it: The reflection of the PR campaign at the opening into the exhibition corner — despite its historically and culturally inappropriate title, inviting a popular singer from Istanbul for a concert followed by a discussion hosting her at the opening brought me some hope before my visit. However, at one of the corners of the Berlin Global exhibition, I was trying to understand the selection policy of seven women for the exhibition:  Why could six women have only talked about a chosen object; in contrast, only one had the chance to tell her story longer? From her text, we understand that “the chosen one” is a trans refugee woman. Then who are the other women? Why are these six women on display in the object installation while one object got separated and was put on a pedestal within a glass box? The most important one is that if “the chosen one” has any purposes aligned with the exhibition’s narrative, why can one not get it at first gaze? Are art and exhibition not supposed to talk alone, and do labels provide secondary information? I have to admit, I was also hoping to get some more hints about talking about the change in migration by signifying the concepts with “loss in kilos,” but I could not find any. I still keep questioning why they did not bring more items later in the years. Are they restricted from entering Turkey and do not have any contacts for transportation? I am stuck in questioning because I still do not know any of these women except one.

I got surprised when I saw Michelle (Demischevic) at “the 30 KG.” We met at an event on March 8, 2019 — where she was the moderator, and I was one of the speakers (in the name of DaMigra e.V.). We had a quite reproductive discussion and so much fun that day and a couple more times as we met friendly afterward. Due to the daily load, we could not have been catching each other recently. I read Michelle’s text in the exhibition by feeling her suffering — again. As it also concerns my professional occupation, we have discussed how her rights have been violated in Berlin several times. Once, she told me how racist and transphobic her teacher was at the german class that Michelle had to attend since it was offered free of admission by the job center as part of her job-seeking files — because, in Germany, it is still no german – no proper job policy. 

Despite all her anger and frustrations, Michelle has always been fighting for her rights by making fun of her stories. Due to her refugee status, she cannot go to Turkey. When I first visited Istanbul after the COVID-19 pandemic, I asked Michelle what she had been missing in Berlin. She started giggling: “Love, bring me Turkish coffee cups, but please be fashionable; I trust you.” I did. I also brought a small bag full of gifts from her friend. 

I am not telling this short anecdote to contradict what Michelle said in “the 30 KG.” On the contrary, I want to highlight how the primary point of losing in forced migration is missing in the exhibition narrative: Travel bans and restricted mobilization of refugees and not only in international traveling but even in Germany. According to § 12a (AufenthG) – the Residence Act of Germany – people with certain humanitarian residence permits may be subject to the residence requirement, i.e., one must live in a specific city and/or in a particular apartment/community shelter and may not move. When one finds a job in another city or a federal state where they are not registered, they must inform immigration authorities and ask permission to move. Due to long waiting periods for an appointment at immigration authorities, refugees are subject to losing job offers. Restricted mobilization also has a high impact on gender-based violence cases. When there is no free space in women’s shelters in the registered city or the federal state, the one affected by violence cannot move to a safe space in another city or the federal state. In their book, AktenEinsicht: Geschichten von Frauen und Gewalt (in raw translation: File Insight: Stories of women and violence), lawyer Christina Clemm tells the violent story of a refugee woman who got stabbed by her husband in a refugee shelter, even though the woman had several times reported his abusive husband to the shelter authorities. 

Conclusively, when I tell the short anecdote above, I am precisely talking about feminist solidarity networks that we, migrant women from different geographies living in Berlin, have established since the early years of migration history in Germany. Today, as all these networks get more substantial and more comprehensive with international and intersectional feminism, thematizing migration and gender only from the experiences of one group of women from one particular country and conceptualizing the change in migration with “loss in kilos” ain’t sufficient to discuss the diversity in Berlin, which is also controversial the claim of Berlin Global, as it is the Berlin exhibition of the Humboldt Forum. Instead of dramatizing the migration and capturing it in dramatic personal stories, I believe it requires more political discourses to discuss equal rights for ALL in all areas of life, especially concerning the (hetero-)sexist and racist discrimination against migrant and refugee women, girls, and queer people.

A catchy title, but is it appropriate?  — Pre-Visit Comments on “30kg” Exhibition at Berlin Global
| |

A catchy title, but is it appropriate? — Pre-Visit Comments on “30kg” Exhibition at Berlin Global

Although I visited Berlin Global at the (new) Humboldt Forum Berlin Global months ago, I couldn’t have any chance to settle down my comments to illustrate a comprehensive post. But the upcoming “30 kg” exhibition in the Berlin Global Freifläche – Open Space raised some questions and a post on pre-visit comments got priority

Berlin Global is “the Berlin exhibition” at the Humboldt Forum for those unfamiliar. It has a participatory exhibition approach by combining images + footage + interview videos with maps + data visualization + artworks, and hosting games to engage with the visitors. Migration is not among Berlin Global’s seven existing themes (Revolution, Free Space, Boundaries, Entertainment, War, Fashion, and Interconnection) but “is felt” in the exhibition rooms. Moreover, the Open Space in Berlin Global, as stated in their concept paper, is based on a jury selection. The applicants are free to propose their exhibition topics in addition to the aforementioned seven.

[Berlin Global’s] Rich in variety and full of surprises, the immersive installations and atmospheric presentations invite visitors into these realms and the underlying diversity of Berlin. We let those who know the city speak: residents, experts, artists, initiatives and associations. Their stories, experiences and perspectives energise the exhibition.

Berlin – City of stories
@ecartan

The curators of the upcoming exhibition at the Berlin Global – Open Space, “30kg”, Burcu Argat and İzim Turan, put their focus on migration and gender. But how?

On one of BERLIN GLOBAL’s Open Spaces, seven Turkish Berliners reflect on their own experience of migration. Their belongings are no longer useful in Berlin, their mother tongue finds no exact translation. As transcultural women, they renegotiate everyday life – a liberation for some, for others a loss. Through the installation, the group invites visitors to consider their own identity. The project also draws a parallel to the 1920s, when independent women from Turkey migrated to Berlin and had to redefine themselves, just as they do today.

30 kg – Open Space

I have to say, the curators got a pretty catchy title, “30 kg,” to promote the exhibition within the context of “migrated belongings.” But does it fit the case – the case of migration history from Turkey?

You’re allowed to check in up to 30 kg of free luggage at the airport – one full suitcase for a new life in a new country. But what happens when your things, your language, even your own identity take on different meanings upon arrival?

30 kg – Open Space

I sent the exhibition link to a friend who is also active in arts and culture scenes in Istanbul, and their reply was as expected: “But what about the exhibition in DEPO? Isn’t it culturally inappropriate?”

For those who don’t know, or as a reminder, in 2014, DEPO İstanbul held an exhibition titled “20 Dollars 20 Kilos.” The exhibited materials shed light on a rarely known migration case in the history of Turkey: The forced migration of thousands of Istanbul Greeks.

While thousands of Istanbul Greeks-who, by and large, had never been to Greece in their entire lives-were being deported, they were only allowed to take 20 kilos of baggage and 20 dollars with them.

20 Dollars 20 Kilos – DEPO İstanbul

As it is stated on the “30 kg” exhibition opening invitation website, “Göç, değişimdir: Değişitirendir – Migration is a change: Migration changes [x].” But can we easily apply a symbolic narration of a particular ethnic minority deported from Turkey to all migration stories? What does 30 kg symbolize in this exhibition, especially compared to the state deportation of an ethnic minority group under restricted conditions of taking only 20 Dollars and 20 kg?

I kept thinking about the emphasis on 30 kilos as the following questions popped up in my mind: Who are the exhibition participants, and what is their reason for migration? How are their migration experiences in Berlin? How does gender play a role in their experiences as migrants? Do they still travel to Turkey or not? If not, can’t someone bring some more items from Turkey? If yes, can’t they pay for extra baggage? Or are they banned from traveling to Turkey and don’t have any traveling contacts? 

As I stroll around the exhibition website and realize I can’t get enough information about the content, more questions arise: What is on display? Does the show tell their experiences in Berlin or stories of their “migrated belongings”? 

Last but not least: In the exhibition framework, there is a concert and talk with the participants joined by the singer. 

Who is this singer?
Wait for it:
Gaye Su Akyol A white, privileged activist living in Moda (a sidenote for those familiar with the social stratification in Istanbul.)

The concert is on Tuesday, and the exhibition opening is on Thursday. I really didn’t get the PR idea behind it; maybe, just the scheduling issues of the parts. But: Why invite a singer from Turkey to talk about migration in Germany?

One question raises another, and without comprehensive information concerning the content on display, there is no way to get any answers. But I can get from the exhibition text that it sounds like a homogenization of migration from Turkey, even though different motivations and reasons exist, such as economic or educational causes or political asylum. Moreover, it seems like the role of intersectionality is avoided. OK, migration and gender are current hype topics in global arts and culture scenes, but where is the class? Even is gender homogenous?

I hope to find some answers in the exhibition space.