Apart from three years in New York, Orhan Pamuk has spent all his life in the same streets and district of Istanbul, and he now lives in the building where he was raised. Pamuk has been writing novels for 40 years and never done any other job except writing.
(OP)
İlk okuduğum zamandan beri düşünüyorum. Nasıl bir ayrıcalık! Bir de nasıl bir kararlılık? Aralıksız ve hatta sadece düzenli yazabilmek için, evet, öncelikle başınızın tepesinde bir çatı, sonrasında da karnınız tok ve sırtınız pek olmalı. Ancak sebat etmeyince olmuyor. Ya o yazılar tek oturuşta yazılıyor sanılıyor ya da tamamen ilhama bağlı sanılıp kutsallaştırılıyor yazı. Oysa tamamen disiplin işi. Bazen masanın başına ne yazacağını bilmeden oturmak ama yine de oturmak. Bir gün önce yazdıklarına bakıp “bu paragrafı bitirdiğime mi sevinmişim!” diye hayıflanmak ama o masadan yine de kalkmamak. O disiplini öğrenmek. Blog yazmaya o yüzden başlamıştım. “İyi yazmak için düzenli yazmalısınız” demişti Ali (Ergur) Hoca. Orhan Pamuk’un da her gün aynı saatlerde masasının başına, bazen ne yazacağını bilmeden, oturduğunu okudum sonra bir gün. Vardır bir bildikleri.
Sosyal medya ilk başta blogları bir canlandırdı. Facebook ve Twitter takipçilerinden trafik sağladı. Bloggerlara görünürlük kattı. Sonra ne oldu da rüzgâr döndü derseniz, Instagram bütün ekonomiyi ele geçirdi. Yazı uçup görsel kalınca şirketler pazarlama yatırımlarını Instagram postları ve hikâyelerine aktardı. Influencer mesleki bir ünvan oldu. Eğer kendi markaları yoksa, herhangi bir doğrudan satış yapmıyorlar ama birilerinin takipçilerine satış yapması için aracı oluyorlar. Pazar çok kalabalık ve ürün akışı çok hızlı. Dolayısıyla üretilen içeriklerin sayısı da. Blogların sonunu getiren de bu hız oldu. Bugün hâlâ yayına devam eden blog tarzı online yayın sitelerinin asıl hareket alanı yine sosyal medya. Bu alandaki hareket, gün başına yayınlanan blog yazısı ile paylaşılan sosyal medya postları arasındaki farktan görülebilir. Eğer sosyal medyayı sadece yayınlanan blog yazılarını duyurma amaçlı kullanıyorsanız, geçmiş olsun. Algoritmalar sizi listenin en sonuna attı bile. O zaman bu ortamda ben niye “back to blogging”? Kendim için.
Pamukçum kadar ayrıcalıklı olmasa da ben de hayatımı bugüne kadar hep yazı üzerinden kazandım. Yaptığım işlere göre yazının biçimi hep değişse ve ben bu sebeple zaman içinde farklı yazı tekniklerini öğrenmek ve geliştirmek zorunda kalsam da yazabildiğim işlerde çalışmak benim tercihimdi. Ancak kendim için çok uzun zamandır yazmadığımı fark ettim. Uzun zamandır bir yazıyla dertlenmemişim. Çünkü aslında o masanın başına oturtan o dert. O aklını kurcalayan ve birbirine bağlamaya çalıştığın düşüncüleri layıkıyla ifade edebilmek. Uzun zamandır başkalarının derdini üstleniyorum. “Şu konuda şu çerçevede şöyle bir mevzu var, ne diyeceğiz, nasıl yapacağız?” Oturuyorum masanın başına. Onlar gibi düşünmeye çalışıyorum. Ne derdi, nasıl derdi? Neyi doğrudan söyler, neyi mutlaka ima eder ama temkinli de davranırdı? Zaman nasıl da geçti… Oysa benim bambaşka dertlerim vardı. Unutturdular. O yüzden, back to blogging!
Ne yazacağımı biliyorum ama adını tam koyamıyorum. Blogging’den uzak kaldım ama gündemim genişledi. Göç ve toplumsal cinsiyet hakkında daha çok düşünüyorum artık mesela. Ya da toplumsal ahlakçılığı ve LGBT düşmanlığını. En çok da müzelerin güncel politik tartışmalar karşısındaki tavırlarını, katkılarını, tepkilerini ve planlarını merak ediyorum. Müze çalışanları arasında ne kadar gündem oluyor mesela ırkçı saldırılar, feminist tartışmalar, LGBT topluluklarına yönelik baskılar? Gündem oluyor derken şundan bahsediyorum: Bir sergi üzerinde çalışırken sanatçısından sponsoruna kadar serginin iştirakçileri hakkında nasıl bir politik tavırla tercih yapılıyor? Apolitik olmak politik tavır mıdır?
Her şey bu kadar hızlı değişirken, hem Türkiye’de hem de dünyada daha bir tartışmanın ateşi soğumadan yeni bir gündem ortaya çıkıyorken, müzecilik hakkında sadece sergilerden, aydınlatmalardan ya da PR kampanyalarından konuşmak yeterli görünmüyor artık. Bugün, müze politikalarından konuşurken, öncelikli olarak, farklı toplumsal grupların müzeye eşit erişim haklarından, dekolonizasyondan, marjinalleştirilen grupların eşit temsiliyetinden, toplumsal cinsiyet eşitliğinden, iklim krizinden ve çalışanların adil ücretlerinden bahsetmek gerekiyor.
#NerdenBaşlasak
Belki Instagram? O zaman lütfen buradan…