Barış uğruna elini ne kadar kana bularsın? — Zamir, Hakan Günday #readingbuzzy

Distopya nedir, distopik romanlar bize ne anlatır? Hakan Günday, Zamir romanında, cihanda sulh sağlamayı hedefleyen Cenevre merkezli bir sivil toplum örgütünün barış çalışmaları çerçevesinde, okuyucuya, şimdiki zamanın distopyasını sorgulatıyor.

Kölelik diye tarihsel bir gerçeklik varken hangi distopyadan söz edilebilirdi? Üstelik bir zamanlar Ruanda ya da Bosna’da olanlar sırf Kuzey Amerika’da gerçekleşiyor diye nasıl olur da kıyamet sonrasına tarihlenebilirdi? Böylesine bariz bir ayrımcılık nasıl yapılabilirdi? (…) Dolayısıyla distopya, ancak geçmişi anlatan bir hikâye olabilirdi. Ne de olsa geleceğe dair kurulacak tek bir hayal vardı. Çünkü dünyanın distopik tarihinde henüz görülmemiş tek şey oydu: Ütopya!

s. 349
Photo by Dan Farrell on Unsplash

Türkiye-Suriye sınırı arasındaki bir mülteci kampında yaşanan patlamadan bir bebek sağ kurtulur. Kamp yetkilileri bebeğin ebeveynlerini bulamaz. Bebek patlamadan sağ çıkmıştır ama yüzü deforme olmuştur. Kampı yöneten All for All Vakfı, bebeği, fon geliştirme kampanyalarının yüzü yapmak üzere önce İstanbul’a götürür. Sonra da uluslararası kampanya etkinliklerinin peşinde dünya turu başlar.

Arapçada vicdan ve gerçek niyet anlamlarını taşıyan kelimenin Türkçede ne anlama geldiğini Yusuf Ali elbette bilmiyordu. Sonuçta o, Suriyeli bir bebeğe isim koyduğunu sanan Arap diline âşık bir şairdi. Yine de vahşi hayvanların sezgilerini andıran, şairlere özgü kehanet yeteneğiyle koyduğu ad, bebeğin kaderine denk düşmüştü. Çünkü her ne kadar Yusuf Ali bundan habersiz olsa da Zamir kelimesinin Rus dilinde de bir anlamı vardı: Barış için…

s. 101

Zamir, vakfın kendisinden beklediği vicdanları ağlatma görevini çocukluğundan gençliğine kadar layıkıyla yerine getirir. Önceleri kendisine verilen metnin dışına çıkmayan Zamir, sivil toplumun kesesini açan yumuşak karınları keşfettikçe, sahnede kendi istediği hikâyeleri uydurur. Sahneden indiğindeyse hep düşünür Zamir. Vakıf çalışanlarının sivil toplum ahlâkına dair iç çatışmalarını, sivil toplumun maddi kaynak yaratmak konusunda toplumsal olaylara karşı uyguladığı ayrımcılığı, yükselen sağ politikayı, cinsiyetçiliği ve ırkçılığı düşünüp anlatır Zamir bize.

Yoğunluklu olarak üniversite yıllarında yaşadığı sorgulamalar, Zamir’in yolunu, Birinci Dünya Barışı Vakfı’na çıkarır. Deforme yüzüyle yıllarca sahede savaştan kurtarılan çocukların hikâyelerini anlatan Zamir, devlet başkanları arasında arabuluculuk yapan sivil bir diplomattır artık.

[Y]edi kişi sunucu olarak görev yapıyordu. Ben de onlardan biriydim. Sunuculuk aslında simgesel ve gerçeğin yanında hayli romantik kalan bir unvandı. Vakıfla imzaladığımız iş anlaşmasındaki görev tanımı basitti: Çatışma ya da savaş halinde olan tarafları birbirine sunmak, yani bir masa etrafında oturup görüşebilmeleri için tanıştırmak ve aradan çekilmek. Vakfın web sitesinde, kuruluş amacı açıklanırken de benzer bir tanım kullanılmıştı. Tam da bir üçkâğıtçının uyduracağı sahte bir iş gibi duruyordu: Barış odaklı diyaloglar üretmek ve geliştirmek…

s. 42

Zamir’in iş tanımında belirtilmeyen ve yazılı olmayan tek kural, aslında işin özü: Barış diyaloglarının yine barış koşulları altında yaratılması zorunlu değil.

Sonuçta ben barış satıyordum. İnsanları, barışmanın ya da birbirlerini öldürmemenin kendileri için daha kârlı olacağına inandırmaya çalışıyordum. Bunun için de her yolu deniyordum. Tehdit, şantaj, hile, yalan, iftira, rüşvet, akla ne gelirse… Bu dünyada bir savaş çıkarmak için ne yapmak gerekiyorsa ben de aynısını barış için yapıyordum.

s. 43-44
Photo by Bekky Bekks on Unsplash

Dünyanın yeni bir binyıla hazırlandığı Aralık ayının son günlerinde, birbirinden farklı coğrafyalarda yaşanan ve Zamir’den çözüm bekleyen çatışmalar yaşanıyordur. İktidar, zaman içerisinde yükselen aşırı sağ muhafazakâr, anti-feminist, queer-fobik ve ırkçı politikacılardadır. Örneğin, Almanya’da iktidar, en büyük müslüman göçmen grubu olan Türkleri sınırdışı etmeye karar vermiştir.

14 yıl boyunca Almanya’yı önce koalisyonlarla, sonra da tek başına yönetmiş olan aşırı sağ görüşlü parti, iki yıl önce, sayesinde seçimi yeniden kazandığı vaadini mitinglerde dile getirirken kimse yadırgamamıştı. Daha doğrusu yadırgamaya kalkan Almanların bunu yapmaya fırsatı bile olmamıştı. Polis copu ve biber gazı eşliğinde derhal evlerine gönderilerek sesleri daha en başta kesilmişti. Parti temsilcileri o mitinglerde şunları söylemişti: (…)

“Unutmayalım ki bu insanlar bu ülkeye misafir işçi olarak geldi. Ama şimdi misafir kendini ev sahibi sanıyor! Hatta evin azımsanmayacak bir bölümünü kendi zevkine göre çoktan döşedi bile. Bu kabul edilemez!”

(…)

“Türkleri bu ülkeden kovmak, bir nefsi müdafaa hareketidir! Nefsi müdafaa milliyetçilik değildir! Nefsi müdafaa faşizm değildir! Nefsi müdafaa bir hayatta kalma mücadelesidir! Ve Almanya hayatta kalmak için, topraklarındaki en büyük Müslüman topluluk olan Türklerden bir an önce kurtulmalı, kendini arındırmalıdır!”

s. 110-112

Zamir, taraflar arasında ara buluculuk yapmak üzere, ormanda örgütlenen militarist Türk göçmenlerle görüşür. Önce kadınları ve çocukları kurtarıp daha sonra Alman-Türk olduklarını kanıtlamak üzere savaşmaya hazırlanan bu bir grup erkek, Zamir’e, gurbetçi kimliğini de yeniden düşündürtür. Memlekete duyulan hasret, uzaklarda bir coğrafyada terk edilen hayata özlem midir yoksa hiç var olmayan ama tahayyül edilen bir ülkeye mi?

Celal’in hayal kırıklığını anlayabiliyordum. Ne de olsa bu dünyada Türkiye’ye dair fantezileri olan sadece onlar kalmıştı. Bu çağın oryantalistleri Avrupalı ressam ya da şairler değil, gurbetçi denilen insanlardı.

s. 146
Photo by Annie Spratt on Unsplash

Almanya gibi İngiltere’de de rüzgâr göçmen toplulukların aleyhine esiyordur. Hükümet, ülkede hangi göçmenlerin kalacağına dair bir rapor hazırlamıştır. Bu rapor kamu tarafından duyulursa iç çatışma çıkabilir; eğer kamu bilgilendirilmezse göçmenler insan haklarına aykırı bir şekilde sınır dışı edilecektir. Zamir tarafını seçmek zorunda.

Britanya’daki bütün azınlıkları listeliyorlar. Sonra da her birinin topluma kattığı sosyoekonomik ve kültürel değerleri inceliyorlar. Buna göre de o azınlığa bir puan veriyorlar. Buna fayda endeksi deniyor. Sonra da bir azınlığın fayda endeksine bakıp toplam nüfusa oranının ne olması gerektiğini hesaplıyorlar. Yani her azınlık için bir nüfus kotası belirleniyor.

s. 63

Sunucuların görevi, Zamir’e sorsalar, bütün dünyayı bir harp alanı gibi görmek ve irili ufaklı bütün savaş ihtimallerini tespit ederek barış için hareket etmek. Birinci Dünya Barışı Vakfı’na göre barış, ne pahasına olursa olsun can kaybını önlemek demek. Peki, nefes almak yaşamak mı?

Bizim işimiz insan haklarıyla ilgili değildi. Bir bölgedeki düşünce ya da seyahat özgürlüğüyle zerre kadar ilgilenmezdik. Bir toplumdaki eşitlik ya da adalet düzeyini asla umursamazdık. Bizim işimiz, çatışma çıkmamasıyla ilgiliydi… Bunun doğal sonucu da insanların hayatta kalmasıydı. Sonrasında o hayatlarla ne yapacakları onların sorunuydu. Dolayısıyla bizim için, faşist bir devlete karşı çıkabilecek bir ayaklanmayı önlemek, bazı durumlarda, barışı sürdürmek anlamına geliyordu. (…) Tabii bunun sonucunda da milyonlarca sivil, başlarındaki diktatörlerin ordularıyla savaşırken ölmüyor ama baskı altında yaşamaya devam ediyordu. Hangisini tercih ettiklerini insanlara sormuyorduk. Özgürlüğü mü yoksa hayatta kalmayı mı? Onların yerine karar veriyorduk.

s. 66-67
Photo by Leonardo Burgos on Unsplash

Çocukluğunun bir kısmını İstanbul’da geçiren Zamir, yeni binyıla hazırlığın son günlerinde, Türkiye’nin anti-demokratikleşme sürecini hem kişisel ilgiyle hem de mesleği gereği yakından takip eder.

Çünkü az önce Anayasa Mahkemesi, Türk hükümetinin plebisit kararına karşı, ana muhalefet partisi tarafından yapılan itirazı reddetmişti. Buna göre, planlandığı gibi 1 Ocak’ta Türkiye’de bir plebisitin amacına son derece uygundu. (…) [B]u plebisitte Türk halkına tek bir soru sorulacaktı:
Allah var mı?

s. 46-47

Belki de, plebisit sonrası içe dönük bir ekonomiye dönen Türkiye’de, dönemin devlet başkanının vatandaşlara sunduğu vaadlerdir Zamir’e distopya ile ütopya arasında şimdiki zamanı nereye koyduğumuz ve aslında koymamız gerektiğini düşündürten.

Kimse endişelenmesin! İlaç ve gıda temininde asla sıkıntı çekmeyeceğiz. Evet, belki yurtdışıyla ticaretimiz kısıtlanacak ama inanın bana, çok daha mutlu bir Türkiye olacak. Çünkü artık muhalefetin iktidarla kavgası bitecek. Bütün bir millet olarak, tek yumruk olacağız. Bugün bizi dünyadan kopartmak isteyen düşmanlarımızın karşısında, tek vücut olup bir dağ gibi yükseleceğiz! O arada da herkes şunu anlayacak: Türkiye’nin olmadığı bir dünya boş bir sahnedir! Ama o zaman da bakalım, biz onlarla ticaret yapmak isteyecek miyiz? Belki de bu defa biz onlara ambargo uygulayacağız! Bilemiyorum, belli olmaz. Ama kesinlikle, belli olan bir şey var. O da şu: Biz bize yeteriz! Hatta yeter de artarız!

s. 268
Photo by BP Miller on Unsplash

Sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerine ve proje fon ekonomilerine Zamir’in gözünden bakınca insan kendi sınırlarını da yeniden gözden geçirme ihtiyacı duyuyor: Barış uğruna elini ne kadar kana bularsın? Hangi bilgiyi çatışma çıkmaması uğruna saklarsın? Birinin haksızlığa uğradığını gördüğünde sesini çıkartır mısın? Ne zaman çıkartırsın ya da ne zaman susarsın?

İki ihtimal var. Ya bu rakamların sahte olduğu kamu oyuna açıklanacak… Ya da açıklanmayacak. Sizce hangi durumda İngiltere’de kan dökülür? Çünkü aslında Birinci Dünya Barışı Vakfı olarak bizi ilgilendiren tek konu bu. (…) Sizce hangisini yapalım? Gerçeği açıklayalım ve İngiltere’de bir iç savaş mı çıksın? Yoksa her şeyi unutalım ve barış hali devam mı etsin?

s. 66 – 67

Peki, bu, bize müzeler hakkında ne söylüyor?

Şiddetin Eleştirisi metninde, Walter Benjamin, bir eylemin şiddet içerip içermediğini anlamak için amaçlara değil araçlara bakmak gerektiğini anlatır. Tetiği çekip birini öldürmek şiddettir. Ama bunu vatanınızı kurtarmak için yaptığınızı söylerseniz kahraman asker olursunuz. Eğer herhangi bir devlet tarafından resmi olarak tanınmayan silahlı bir örgüt tetiği çekerse asker değil, gerilla olur. En yalın ifadesiyle, amaç, şiddet eylemini meşrulaştırmak için araçsallaştırılmaya müsaittir. O zaman, Birinci Dünya Barışı Vakfı’nın ön gördüğü ve Zamir’in uyguladığı tehdit, şantaj, hile, yalan, iftira, rüşvet ve akıllara gelen diğer her şey barış yolunda mübah mı?

Kâr amacı gütmeyen kurumlar olarak müzeler, bilgi aktarımında ve yaymada sivil toplumun temel yapı taşlarından biri. Biraz Zamir gibi düşünürsek: Yüksek bütçeli bir sergi planladınız, sponsor arıyorsunuz. Bir şirket serginizi desteklemek istediğini söyledi. Görüşmeler sırasında fark ettiniz ki şirketin Afrika’da madencilik ortaklıkları var. “Sizce hangisini yapalım?” Teklifi reddedelim ve sergi ya iptal olsun ya da planlama uzasın? Yoksa kamunun bu ortalıktan haberi olmasın, kara parayı yararlı paraya çevirelim ve şirket popülerlik kazansın?

Ya da en basit haliyle: Etik sınırı nerede çiziyoruz?

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.