Hazırladıkları videolarla müzeler koleksiyonlarını değil, yaratıcı dans figürlerini sergiliyorlar. Museum Dance Off başladı!
Müzede çalışırken… Hayat hiç de sıkıcı değil. Tam tersine yaratıcılığın her daim içinde insan. Bir gün bir bakmışsınız bir dans yarışmasına davetlisiniz ve bütün ekip kameraların karşısında hünerlerinizi sergiliyorsunuz. When you work at a museum.. blogunun önderliğinde hazırlanan Museum Dance Off 2‘ye katılımlar başladı.
Biz de katılalım derseniz, gerekli şartları buradan okuyabilirsiniz.
Video gönderen tüm müzelerin listesine buradanulaşabilir ve yarışmada nasıl oy kullanabileceğinizi öğrenebilirsiniz.
İlk oylama 20 Nisan’da başlıyor!
“This was a great way to bring the museum together,” says Duff. – Read more on smithsonianmag
The exhibition was divided into sections regarding various themes, and I was thrilled with the room entitled ‘fantasy.’
The creatures, their colors, and more importantly the emotions that they are reflecting… As a painter who has trained herself, it’s clear that Ilna was concerned not only about world but also its beyond.
Interestingly, Ilna Ewers-Wunderlich declined every offer to have her images printed, maybe she was too much of an individual herself. The obvious exception being the book illustrations that kind of prepared her works leaning more and more towards the fantastical. Now, in the 1910s, it’s no longer about well-established myths, but the creation of a microcosm of her own. A magical land under the sea inhabited by sea monsters and mermen. — World of Arts Magazine
Metropolitan Müzesi’nden kötü haber! Bilindiği üzere ziyaretçiler müzeye girerken bilet yerine yakaya kolayca iliştirilen düğmelerden alıyorlar. Ya da alıyorlardı demeliyiz. Çünkü Met biletleme politikasını değiştirdi ve artık ziyaretçiler içeriye etiketle girebilecekler. Ah o koleksiyonu yapılamayan yapıştırmalar… Beğenmedim!
Bad news from the Met! As it’s widely know, visitors get buttons in the Met, instead of museum tickets. Indeed we should say, they used to get. Because the Met changed their admission policy and from now on, visitors will be allowed to enter the museum with a sticker. Oh those uncollectible stickers… Dislike!
“the hidden power of NYC’s everyday objects!”
Neyse ki Ji Eon Kang 1997’de bu düğmelerden bir elbise üretmiş ve müze de onu koleksiyonuna almış. Böylece düğmeler sadece hatıralarda yaşamayacak. Hack the Met ekibinin günün anlam ve önemine dair üzüntülerini belirtirken paylaştıkları bu sanat eserini aşağıda görebilirsiniz.
Fortunately, Ji Eon Kang designed a dress inspired by the Met buttons and the museum included this design to their collection. So the buttons are saved from living only in our memories. Hack the Met team shared this art work to express their grief.
“Günlük giriş düğmelerinin paradoxu, belli bir zamanı olmayan sanata sınırlı giriş sağlaması.”
Geçtiğimiz yaz, PUNK: Chaos to Couture sergisini (9 Mayıs-14 Ağustos 2013) Metropolitan Müzesi’nde gezme şansım olmuştu ve bir dönemin asi ruhunun müze duvarları içinde kabul görmesini etkileyici bulmuştum. Sergi salonunda görüntü almak yasaktı, ama tabii ki müze detaylı yayınlarıyla bu durumun telafisini sunuyor.
Sergide dönemin ruhu yerleştirmelerle anlatılırken, hauture couture dünyasının bilinen isimlerinin PUNK kültürünü yansıtan moda tasarımlarına yer verilmiş.
Küratör Andrew Bolton, aşağıdaki videoda, serginin ortaya çıkış sürecini ve hedeflerini anlatıyor; Punk kültürü “do-it-yourself” (kendin yap) konseptiyle, hauture couture “made-to-measure” (ısmarlama yapılmış elbise) konsepti arasındaki ilişkiyi tartışıyor.
Last year, I had chance to visit PUNK: Chaos to Couture exhibition (May 9–August 14, 2013) at the Metropolitan Museum and the displayment of the disobedient spirit of an epoch was really stunning. In exhibition halls, taking photo was not allowed, but the museum, through posting diversified photo galleries and videos, recompenses this lack.
The spirit of the epoch was visualized through installations, and well known haute couture designers’s figures are hosted.
Here, curator Andrew Bolton talks us about the exhibition background and discusses the relationship between the punk concept of “do-it-yourself” and the couture concept of “made-to-measure.”
#beListeradından da anlaşılacağı üzere listeler oluşturabildiğiniz bir internet sitesi. Uzun zamandır aklımda vardı burada listeler hazırlamak ve sonunda başladım.
İlk listemi de içinde müzeoloji geçen TEDtalk konuşmalarından (Türkçe altyazılı) küçük bir seçki ile yaptım:
Distopya nedir, distopik romanlar bize ne anlatır? Hakan Günday, Zamir romanında, cihanda sulh sağlamayı hedefleyen Cenevre merkezli bir sivil toplum örgütünün barış çalışmaları çerçevesinde, okuyucuya, şimdiki zamanın distopyasını sorgulatıyor.
Kölelik diye tarihsel bir gerçeklik varken hangi distopyadan söz edilebilirdi? Üstelik bir zamanlar Ruanda ya da Bosna’da olanlar sırf Kuzey Amerika’da gerçekleşiyor diye nasıl olur da kıyamet sonrasına tarihlenebilirdi? Böylesine bariz bir ayrımcılık nasıl yapılabilirdi? (…) Dolayısıyla distopya, ancak geçmişi anlatan bir hikâye olabilirdi. Ne de olsa geleceğe dair kurulacak tek bir hayal vardı. Çünkü dünyanın distopik tarihinde henüz görülmemiş tek şey oydu: Ütopya!
Türkiye-Suriye sınırı arasındaki bir mülteci kampında yaşanan patlamadan bir bebek sağ kurtulur. Kamp yetkilileri bebeğin ebeveynlerini bulamaz. Bebek patlamadan sağ çıkmıştır ama yüzü deforme olmuştur. Kampı yöneten All for All Vakfı, bebeği, fon geliştirme kampanyalarının yüzü yapmak üzere önce İstanbul’a götürür. Sonra da uluslararası kampanya etkinliklerinin peşinde dünya turu başlar.
Arapçada vicdan ve gerçek niyet anlamlarını taşıyan kelimenin Türkçede ne anlama geldiğini Yusuf Ali elbette bilmiyordu. Sonuçta o, Suriyeli bir bebeğe isim koyduğunu sanan Arap diline âşık bir şairdi. Yine de vahşi hayvanların sezgilerini andıran, şairlere özgü kehanet yeteneğiyle koyduğu ad, bebeğin kaderine denk düşmüştü. Çünkü her ne kadar Yusuf Ali bundan habersiz olsa da Zamir kelimesinin Rus dilinde de bir anlamı vardı: Barış için…
s. 101
Zamir, vakfın kendisinden beklediği vicdanları ağlatma görevini çocukluğundan gençliğine kadar layıkıyla yerine getirir. Önceleri kendisine verilen metnin dışına çıkmayan Zamir, sivil toplumun kesesini açan yumuşak karınları keşfettikçe, sahnede kendi istediği hikâyeleri uydurur. Sahneden indiğindeyse hep düşünür Zamir. Vakıf çalışanlarının sivil toplum ahlâkına dair iç çatışmalarını, sivil toplumun maddi kaynak yaratmak konusunda toplumsal olaylara karşı uyguladığı ayrımcılığı, yükselen sağ politikayı, cinsiyetçiliği ve ırkçılığı düşünüp anlatır Zamir bize.
Yoğunluklu olarak üniversite yıllarında yaşadığı sorgulamalar, Zamir’in yolunu, Birinci Dünya Barışı Vakfı’na çıkarır. Deforme yüzüyle yıllarca sahede savaştan kurtarılan çocukların hikâyelerini anlatan Zamir, devlet başkanları arasında arabuluculuk yapan sivil bir diplomattır artık.
[Y]edi kişi sunucu olarak görev yapıyordu. Ben de onlardan biriydim. Sunuculuk aslında simgesel ve gerçeğin yanında hayli romantik kalan bir unvandı. Vakıfla imzaladığımız iş anlaşmasındaki görev tanımı basitti: Çatışma ya da savaş halinde olan tarafları birbirine sunmak, yani bir masa etrafında oturup görüşebilmeleri için tanıştırmak ve aradan çekilmek. Vakfın web sitesinde, kuruluş amacı açıklanırken de benzer bir tanım kullanılmıştı. Tam da bir üçkâğıtçının uyduracağı sahte bir iş gibi duruyordu: Barış odaklı diyaloglar üretmek ve geliştirmek…
s. 42
Zamir’in iş tanımında belirtilmeyen ve yazılı olmayan tek kural, aslında işin özü: Barış diyaloglarının yine barış koşulları altında yaratılması zorunlu değil.
Sonuçta ben barış satıyordum. İnsanları, barışmanın ya da birbirlerini öldürmemenin kendileri için daha kârlı olacağına inandırmaya çalışıyordum. Bunun için de her yolu deniyordum. Tehdit, şantaj, hile, yalan, iftira, rüşvet, akla ne gelirse… Bu dünyada bir savaş çıkarmak için ne yapmak gerekiyorsa ben de aynısını barış için yapıyordum.
Dünyanın yeni bir binyıla hazırlandığı Aralık ayının son günlerinde, birbirinden farklı coğrafyalarda yaşanan ve Zamir’den çözüm bekleyen çatışmalar yaşanıyordur. İktidar, zaman içerisinde yükselen aşırı sağ muhafazakâr, anti-feminist, queer-fobik ve ırkçı politikacılardadır. Örneğin, Almanya’da iktidar, en büyük müslüman göçmen grubu olan Türkleri sınırdışı etmeye karar vermiştir.
14 yıl boyunca Almanya’yı önce koalisyonlarla, sonra da tek başına yönetmiş olan aşırı sağ görüşlü parti, iki yıl önce, sayesinde seçimi yeniden kazandığı vaadini mitinglerde dile getirirken kimse yadırgamamıştı. Daha doğrusu yadırgamaya kalkan Almanların bunu yapmaya fırsatı bile olmamıştı. Polis copu ve biber gazı eşliğinde derhal evlerine gönderilerek sesleri daha en başta kesilmişti. Parti temsilcileri o mitinglerde şunları söylemişti: (…)
“Unutmayalım ki bu insanlar bu ülkeye misafir işçi olarak geldi. Ama şimdi misafir kendini ev sahibi sanıyor! Hatta evin azımsanmayacak bir bölümünü kendi zevkine göre çoktan döşedi bile. Bu kabul edilemez!”
(…)
“Türkleri bu ülkeden kovmak, bir nefsi müdafaa hareketidir! Nefsi müdafaa milliyetçilik değildir! Nefsi müdafaa faşizm değildir! Nefsi müdafaa bir hayatta kalma mücadelesidir! Ve Almanya hayatta kalmak için, topraklarındaki en büyük Müslüman topluluk olan Türklerden bir an önce kurtulmalı, kendini arındırmalıdır!”
s. 110-112
Zamir, taraflar arasında ara buluculuk yapmak üzere, ormanda örgütlenen militarist Türk göçmenlerle görüşür. Önce kadınları ve çocukları kurtarıp daha sonra Alman-Türk olduklarını kanıtlamak üzere savaşmaya hazırlanan bu bir grup erkek, Zamir’e, gurbetçi kimliğini de yeniden düşündürtür. Memlekete duyulan hasret, uzaklarda bir coğrafyada terk edilen hayata özlem midir yoksa hiç var olmayan ama tahayyül edilen bir ülkeye mi?
Celal’in hayal kırıklığını anlayabiliyordum. Ne de olsa bu dünyada Türkiye’ye dair fantezileri olan sadece onlar kalmıştı. Bu çağın oryantalistleri Avrupalı ressam ya da şairler değil, gurbetçi denilen insanlardı.
Almanya gibi İngiltere’de de rüzgâr göçmen toplulukların aleyhine esiyordur. Hükümet, ülkede hangi göçmenlerin kalacağına dair bir rapor hazırlamıştır. Bu rapor kamu tarafından duyulursa iç çatışma çıkabilir; eğer kamu bilgilendirilmezse göçmenler insan haklarına aykırı bir şekilde sınır dışı edilecektir. Zamir tarafını seçmek zorunda.
Britanya’daki bütün azınlıkları listeliyorlar. Sonra da her birinin topluma kattığı sosyoekonomik ve kültürel değerleri inceliyorlar. Buna göre de o azınlığa bir puan veriyorlar. Buna fayda endeksi deniyor. Sonra da bir azınlığın fayda endeksine bakıp toplam nüfusa oranının ne olması gerektiğini hesaplıyorlar. Yani her azınlık için bir nüfus kotası belirleniyor.
s. 63
Sunucuların görevi, Zamir’e sorsalar, bütün dünyayı bir harp alanı gibi görmek ve irili ufaklı bütün savaş ihtimallerini tespit ederek barış için hareket etmek. Birinci Dünya Barışı Vakfı’na göre barış, ne pahasına olursa olsun can kaybını önlemek demek. Peki, nefes almak yaşamak mı?
Bizim işimiz insan haklarıyla ilgili değildi. Bir bölgedeki düşünce ya da seyahat özgürlüğüyle zerre kadar ilgilenmezdik. Bir toplumdaki eşitlik ya da adalet düzeyini asla umursamazdık. Bizim işimiz, çatışma çıkmamasıyla ilgiliydi… Bunun doğal sonucu da insanların hayatta kalmasıydı. Sonrasında o hayatlarla ne yapacakları onların sorunuydu. Dolayısıyla bizim için, faşist bir devlete karşı çıkabilecek bir ayaklanmayı önlemek, bazı durumlarda, barışı sürdürmek anlamına geliyordu. (…) Tabii bunun sonucunda da milyonlarca sivil, başlarındaki diktatörlerin ordularıyla savaşırken ölmüyor ama baskı altında yaşamaya devam ediyordu. Hangisini tercih ettiklerini insanlara sormuyorduk. Özgürlüğü mü yoksa hayatta kalmayı mı? Onların yerine karar veriyorduk.
Çocukluğunun bir kısmını İstanbul’da geçiren Zamir, yeni binyıla hazırlığın son günlerinde, Türkiye’nin anti-demokratikleşme sürecini hem kişisel ilgiyle hem de mesleği gereği yakından takip eder.
Çünkü az önce Anayasa Mahkemesi, Türk hükümetinin plebisit kararına karşı, ana muhalefet partisi tarafından yapılan itirazı reddetmişti. Buna göre, planlandığı gibi 1 Ocak’ta Türkiye’de bir plebisitin amacına son derece uygundu. (…) [B]u plebisitte Türk halkına tek bir soru sorulacaktı: Allah var mı?
s. 46-47
Belki de, plebisit sonrası içe dönük bir ekonomiye dönen Türkiye’de, dönemin devlet başkanının vatandaşlara sunduğu vaadlerdir Zamir’e distopya ile ütopya arasında şimdiki zamanı nereye koyduğumuz ve aslında koymamız gerektiğini düşündürten.
Kimse endişelenmesin! İlaç ve gıda temininde asla sıkıntı çekmeyeceğiz. Evet, belki yurtdışıyla ticaretimiz kısıtlanacak ama inanın bana, çok daha mutlu bir Türkiye olacak. Çünkü artık muhalefetin iktidarla kavgası bitecek. Bütün bir millet olarak, tek yumruk olacağız. Bugün bizi dünyadan kopartmak isteyen düşmanlarımızın karşısında, tek vücut olup bir dağ gibi yükseleceğiz! O arada da herkes şunu anlayacak: Türkiye’nin olmadığı bir dünya boş bir sahnedir! Ama o zaman da bakalım, biz onlarla ticaret yapmak isteyecek miyiz? Belki de bu defa biz onlara ambargo uygulayacağız! Bilemiyorum, belli olmaz. Ama kesinlikle, belli olan bir şey var. O da şu: Biz bize yeteriz! Hatta yeter de artarız!
Sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerine ve proje fon ekonomilerine Zamir’in gözünden bakınca insan kendi sınırlarını da yeniden gözden geçirme ihtiyacı duyuyor: Barış uğruna elini ne kadar kana bularsın? Hangi bilgiyi çatışma çıkmaması uğruna saklarsın? Birinin haksızlığa uğradığını gördüğünde sesini çıkartır mısın? Ne zaman çıkartırsın ya da ne zaman susarsın?
İki ihtimal var. Ya bu rakamların sahte olduğu kamu oyuna açıklanacak… Ya da açıklanmayacak. Sizce hangi durumda İngiltere’de kan dökülür? Çünkü aslında Birinci Dünya Barışı Vakfı olarak bizi ilgilendiren tek konu bu. (…) Sizce hangisini yapalım? Gerçeği açıklayalım ve İngiltere’de bir iç savaş mı çıksın? Yoksa her şeyi unutalım ve barış hali devam mı etsin?
s. 66 – 67
Peki, bu, bize müzeler hakkında ne söylüyor?
Şiddetin Eleştirisi metninde, Walter Benjamin, bir eylemin şiddet içerip içermediğini anlamak için amaçlara değil araçlara bakmak gerektiğini anlatır. Tetiği çekip birini öldürmek şiddettir. Ama bunu vatanınızı kurtarmak için yaptığınızı söylerseniz kahraman asker olursunuz. Eğer herhangi bir devlet tarafından resmi olarak tanınmayan silahlı bir örgüt tetiği çekerse asker değil, gerilla olur. En yalın ifadesiyle, amaç, şiddet eylemini meşrulaştırmak için araçsallaştırılmaya müsaittir. O zaman, Birinci Dünya Barışı Vakfı’nın ön gördüğü ve Zamir’in uyguladığı tehdit, şantaj, hile, yalan, iftira, rüşvet ve akıllara gelen diğer her şey barış yolunda mübah mı?
Kâr amacı gütmeyen kurumlar olarak müzeler, bilgi aktarımında ve yaymada sivil toplumun temel yapı taşlarından biri. Biraz Zamir gibi düşünürsek: Yüksek bütçeli bir sergi planladınız, sponsor arıyorsunuz. Bir şirket serginizi desteklemek istediğini söyledi. Görüşmeler sırasında fark ettiniz ki şirketin Afrika’da madencilik ortaklıkları var. “Sizce hangisini yapalım?” Teklifi reddedelim ve sergi ya iptal olsun ya da planlama uzasın? Yoksa kamunun bu ortalıktan haberi olmasın, kara parayı yararlı paraya çevirelim ve şirket popülerlik kazansın?
Ya da en basit haliyle: Etik sınırı nerede çiziyoruz?
Documentarist 16. İstanbul Belgesel Günleri bu yıl gösterim alanlarını genişleterek CKM’yi (Caddebostan Kültür Merkezi’ni) de programa dahil etmiş. Şansıma, festivalde izlemek isteyeceğim filmler mahalleme geldi. Bu yıl, festival gönüllü ekibine katılıp CKM’de yapılan soru-cevap bölümlerinde moderasyon görevini üstlendiğim için filmlerle ilgili yönetmenlerle doğrudan sohbet etme fırsatım da oldu.
Belgesel filmlere yaklaşımım sosyolojik araştırma okuma hevesimden pek de farklılaşmıyor aslında. Sonuçta, ikisinde de bir dertlenme ve hikâye anlatılıcılığı var. Üniversitede İstanbul Film Festivali’nin (eğer adını yanlış hatırlamıyorsam) Hangi İnsan Hakları? bölümünü takip ettiğimi gören bir arkadaşım alay etmişti: “İnsanlar yabancı filmleri izlemeye gidiyorlar, biliyorsun, değil mi?” İyi de, o filmlerin çoğu ödül alıyordu, sonra da vizyona giriyordu. Oysa o dönem henüz dijital platformlar da olmadığı için çok az gösterim fırsatı yakalayan belgeselleri izlemek benim için daha öncelikliydi. Özellikle de bu konuda yerelci bir tavrım olurdu: Kim bu memlekette neyle dertleniyor ve onu nasıl anlatıyor? Festivallerde peşine düştüğüm asıl soru hep buydu benim. Bu yıl, Documentarist’te yine yerel yapımları izleyerek bu tavrımdan ödün vermediğimi baştan söylemek isterim.
İzlediğim filmleri bu postta kişisel beğenime göre sıraladım ama yıldızlı puan verme gereği duymadım. Sıralamanın gerekçeleri kısa yorumlarımda gizli.
Filmin başında öğrendiğimize göre Mihri’ye dair en yaygın argüman, New York’ta yokluk içinde öldüğü. Üstü kapalı, “başarılı olamamış” bir kadın ressam argümanı. Oysa, özellikle araştırmacı Özlem Gülin Dağoğlu’nun aktardıklarından Mihri’nin gittiği her ülkenin elit sınıfıyla bir bağ kurmayı başardığını öğreniyoruz.
Film, animasyonlar, canlandırmalar ve Mihri’nin yeğeni ressam Hale Asaf’a yazdığı mektup gibi farklı kaynaklarla seyirciye yeni bir sanat tarihi okuması sunuyor. Ancak bu okuma da salt bir gerçeklik sunma iddiasından öte “Kim Mihri” sorusuna yeni sorular ekliyor. Bu açıdan da film, Mihri’nin hayatının belgeselini değil; Mihri üzerine bir belgesel yapmanın hikâyesini anlatıyor daha çok. Belki de bu durum, yönetmen Berna Gençalp’in, soru-cevap bölümünde, filmin Mihri hakkında bulunan her yeni bilgiyle geliştiğini belirtmesiyle de doğrudan orantılıdır. Hatta belki filmin yer yer bende (beklemediğim bir şekilde) sanat tarihi dersine katılmışım hissi uyandırması da bu sebepledir.
Son olarak, “Kim Mihri” belgesel projesinin Türkiye sanat dünyasına en büyük etkisinin 2019 yılında SALT Galata’da açılan “Mihri: Modern Zamanların Göçebe Ressamı” başlıklı sergi olduğunu düşünüyorum. Film hem sergi hazırlıklarını da belgelemesi hem de sergi turuyla final yapması sebebiyle de unut(tur)ulan bir kadın ressamın hayat hikâyesi yerine bir hafıza projesinin dokümentasyonu olarak iz bırakıyor zihnimde. Ki bu da hafıza ve tarih yazımı arasında feminist pedagojiyi yeniden düşünmemiz için değerli bir örnek sunuyor.
Boşlukta
Kentsel dönüşüm projelerine dair yoğunluklu olarak şehrin hafızasını yerle bir olması ve soylulaştırma tartışılırken yönetmen Somnur Vardar, kamerayı, sektörün belki de en az konuşulanlarına, inşaat işçilerine çeviriyor. Filmde, dedeleri ve babaları gibi inşaatlarda duvarcılık yapan “Mardinli atanamamış öğretmen Ferhat ve kuzeni Emrah” hikâyenin odağında dursalar da asıl olarak inşaat işçilerinin çalışma ve barınma gibi temel hayat koşulları yakın plandan belgeleniyor.
Ödenmeyen ücretlerin, yorgunluktan haftalarca haberleşilemeyen ailelerin ve hayallerin konuşulduğu sohbetleri inşaatlar ve işçi barakaları arasında dolaşarak izleyiciye aktaran film, Türkiye’nin toplumsal yapılaşmasını da doğrudan gösteriyor: Soru-cevap bölümünde yönetmenin aktardığına göre Ferhat, yıllardır inşaatlarda çalışırken Kürt olmayan kimseyle karşılaşmamış.
Filmin toplumsal cinsiyet açısından en vurucu noktalarından biri de inşaat işçileri sendikasında yer alanlar dışında hiçbir sahnede kadın olmaması. Bu bağlamda, film, inşaat sektöründe kadınların beyaz yakalı işlerde çalıştıklarını ve sahanın erkek egemenliğini açıkça dile getirmeden aktarıyor.
Öte yandan, filmde tartışmalarını sıklıkla duyduğumuz ve Ferhat’ın da hayali olan Cezayir’e gidip çalışmak, inşaat sektörünün en bilinmeyen noktalarından biri olabilir. Bu tartışmalar hem Batı’ya doğru göçün inşaat işçileri için tersine hareketini hem de Cezayir’deki ücretlerin Türkiye’de bir iş kurmak için sermayeye dönüştürülmesi arzusuyla işçilerin inşaat sektöründen kurtuluş planını gösteriyor.
Böylelikle, Boşlukta, kentsel dönüşüm projelerinin en temel yapı taşı inşaat işçilerine odaklanarak kentsel planlamanın görünmeyen ya da başka bir ifadeyle görmezden gelinen işçilerin çalışma ve yaşam koşullarının değerli bir belgelemesini sunuyor.
Kavur
Filmin tanıtım metninde, “Genç bir kadın, yönetmen Ömer Kavur’un filmlerindekine benzer bir yolculuğa çıkarsa tüm sıkıntılarının çözüleceğine inanır” cümlesini okuduğumda biraz şüpheyle yaklaştığım Kavur, yalnızlıkla ya da daha doğru ifadesiyle aidiyetsizlikle dertlenenlere sesleniyor. Filmde, yönetmen Fırat Özeler’in Ömer Kavur’un filmlerinden, röportajlarından ve hakkındaki yazılardan yola çıkarak hazırladığı metnin ana hattında ve çok az yer verilen röportajlarla, salt film yapma arzusunun beraberinde getirdiği bir yaşam irdeleniyor.
Bende “bir köşeye çekilip altını çize çize ve üstüne düşüne düşüne yeniden okuma” arzusu uyandıran metne yön veren görsel dil ve kurgu da aidiyet(sizlik) arayışını ve bu uğurda yapılan yolculuğu tüm olağanlıyla aktarıyordu. Heyecan, endişe, korku, yılgınlık, belki de boşvermişlik… Filmi izlerken arşiv ya da buluntu görsel olduğunu düşündüğüm mekânların, belgesel için özel olarak araştırılıp bulunduğunu ve filmde kullanılan görsellerin %80’inin de orijinal görüntü olduğunu soru-cevap bölümünde öğreniyoruz.
Filmin başka gösterimlerinde metni seslendirenlerin seçimine dair sert eleştirilerin geldiğini sonradan öğrendiğim Kavur, bence, varoluşla dertlenen az ama belki de öz bir kitleye sesleniyor. Çünkü film bir Ömer Kavur belgeseli sunmak yerine, Ömer Kavur’un hislerinin tahayyülü üzerinden bir hikâye anlatıyor.
Ulysses Çevirmek
“Ayaklı bir Kürtçe sözlük” olarak betimlenen Kawa Nemir’i merkezine alan filmde, Kürtçe’nin Türkiye’de verdiği varolma mücadelesi anlatılırken aslında bir sömürgecilik tarihi de izliyoruz. Bunun en temel göstergesi, Kawa Nemir’in İstanbul, Mardin ve Diyarbakır’da maruz kaldığı kurumsal ve toplumsal baskıların ardından yıllardır üzerinde çalıştığı James Joyce’un Ulysses kitabının Kürtçe çevirisini tamamlamayabilmek için Amsterdam’a iltica etmesi olabilir.
Yönetmenler Aylin Kuryel ve Fırat Yücel’in Kawa Nemir’i Amsterdam’da sık sık ziyaret ettiklerinde yaptıkları sohbetler ile arşiv görüntülerinin birleşiminden oluşan bir anlatı sunan film, soru-cevap bölümünde izleyiciler tarafından da dile getirildiği üzere zaman zaman odak kaybı hissi yaratıyor. Özellikle, Kawa Nemir’in Amsterdam’da mülteci olarak ev bulma sorunuyla yüzleştiği anlatıların net olmaması ya da yönetmenlerin Kawa Nemir olmadan Ulysses buluşmalarına katılmaları filmdeki anlatıyı bana yeniden düşündürttü. Ancak film, her haliyle, bir direniş hareketinin hafızasına değerli bir katkı sunuyor.
Düet
“Senkronize yüzme sporu sayesinde tanışmış iki yakın arkadaş ve düet partneri” Mısra ve Defne’nin 2020 Olimpiyatları’na hazırlanma sürecini mercek altına film, Türkiye’de spora yapılan yatırım ve kadın sporcu olma hallerinin farklı perspektiflerini tartışmaya açıyor. Mısra ve Defne’nin antremanlar ve yarışlarda kendilerinin çektikleri ve arşiv görüntülerinin birleşiminde yapılan kurguyla sadece iki genç kadının sporcunun hayatını ve sportif mücadelelerini değil, Türkiye’de spor dünyasının toplumsal cinsiyet ayrımcılığını da belgeliyor.
Yönetmenler İdil Akkuş ve Ekin İlkbağ, soru-cevap bölümünde, filmdeki dilin baştan düşünülmediğini; Mısra ve Defne’nin yüzme sporu ve kadınlık haliyle zaman içinde yaşadıkları değişim ve dönüşümün böyle bir anlatıyı ortaya çıkardığını belirtti. Bunun bir kurmaca değil organik olduğu da zaten filmin içinde anlaşılıyor. Film, böylelikle, kurduğu görsel dilin sadeliği içinde güçlü bir anlatıyla Türkiye’de kadın hareketini vurucu bir şekilde belgeliyor.
***
İstanbul Belgesel Günlerini tüm zorluklarına rağmen yıllardır devam ettirdikleri için tüm Documentarist programlama ve gönüllü ekibine mille mercis!
This website uses cookies to improve your experience. We'll assume you're ok with this, but you can opt-out if you wish. Cookie settingsACCEPT
Privacy & Cookies Policy
Privacy Overview
This website uses cookies to improve your experience while you navigate through the website. Out of these cookies, the cookies that are categorized as necessary are stored on your browser as they are as essential for the working of basic functionalities of the website. We also use third-party cookies that help us analyze and understand how you use this website. These cookies will be stored in your browser only with your consent. You also have the option to opt-out of these cookies. But opting out of some of these cookies may have an effect on your browsing experience.
Necessary cookies are absolutely essential for the website to function properly. This category only includes cookies that ensures basic functionalities and security features of the website. These cookies do not store any personal information.