Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı açıklandığında, AKP’nin ilk dönemlerinde yapılan ateşli tartışmalardan biri düştü aklıma istemsizce: Mahalle baskısı. Ruşen Çakır, 2007’de, Religion, Society and Modernity in Turkey adlı kitabı üzerine sosyolog Şerif Mardin’le bir röportaj yapmıştı. Şerif Mardin, AKP politikalarını değerlendirdiği bu röportajda, mahalle baskısı kavramından ilk kez bahsettiğinde ortalık ayağa kalkmıştı.
Bu sosyolojik kavram, yaygın olarak, laikliğin önünde bir tehdit olarak algılanmış ve buradaki tartışmalarda “yetmez ama evetçiler” olarak adlandırılan politika eleştirilerin hedefi olmuştu. Çok az bir kesimse kavramın geliştirilmesi gerektiğini ve bu haliyle doğru anlaşılmadığını savunuyordu. (Tahminlerim olmasına rağmen) kimle konuşuyorduk tam hatırlamıyorum, sosyoloji hocalarımdan biri, Şerif Mardin’in mahalle baskısı kavramıyla ‘AKP’nin ileride yaşayabileceği toplumsal baskıyı’ işaret etmeye çalıştığını anlatmıştı o dönem.
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararını duyduğumda, “o zaman, bu zamanmış” diye düşündüm.
Tartışmalar neydi diye geriye dönüp okumak istediğimde Ruşen Çakır’ın hazırladığı kitapla karşılaştım. Röportajın orijinali ve o dönemin köşe yazılarının derlemesinden oluşan kitabı 2021 baharında okurken Walter Benjamin’i andım: Angelus Novus – gelecekten gelen ve bugünü anlamak için geçmişi kavramsallaştırmaya çalışan “tarih meleği.”
“Klee’nin ‘Angelus Novus’ adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üstüste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket.”
Walter benjamın
Şerif Mardin’in röportajını 20 yıllık AKP politikalarının yaşanmışlığıyla okuduğumda, o enkazın altında, önemli bir sosyolojik uyarıyı toplumsal olarak nasıl ıskaladığımızı gördüm.
Türkiye’nin toplumsal yapısına dair gelenek kavramı üzerine sosyolojik çalışmalar yürüten Şerif Mardin’e göre iki tür gelenek bulunur: Büyük ve küçük. [Şerif Mardin’den aktarıldığı üzere] küçük gelenek, kırsal bir hayat yaşayan ve tarımla geçinen insanların kültüründen; büyük gelenek ise başta yönetici sınıf olmak üzere şehirde yaşayan insanların kültüründen müteşekkildir.” Bu bağlamda, Şerif Mardin, mahalle baskısı kavramıyla, o dönem AKP politikalarına atfedilen “modern muhafazakâr” kimliğinin Türkiye’nin geleneksel toplum yapısıyla uyumlu olmadığını vurgulamak istemiş.
Benim yorumladığım kadarıyla, Şerif Mardin, “iyi güzel siz İslami hayatı kentte böyle modern yaşıyorsunuz da bu işin bir de Anadolu tarafı var; onları bu sürece nasıl dahil edeceksiniz ya da eğer edemezseniz de Anadolu’nun bu mahalle baskısıyla nasıl baş edeceksiniz?” demiş. Bu kendi dilimde ifade ediş, akabinde, bana şu soruları düşündürttü: Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı ile küresel yükselen anti-gender (toplumsal cinsiyet karşıtlığı) hareketleri birbirlerinden nasıl etkileniyor? 2011’den 2021’e hem ulusal hem de ulusötesi AKP politikaları nasıl değişti? Özetle, son 10 yılda tam olarak ne oldu da Türkiye sözleşmeyi ilk imzalayandan sözleşmeden ilk çekilen ülke konumuna döndü? Mercator-IPC araştırma projemde bu soruların peşine düştüm aslında. Ancak bu yazıyı o araştırma projem için yazmıyorum. Burada mevzu, Kızıl Goncalar – televizyon dizisi.
Köşeleri sivriltilerek tek tipleştirilmiş laik ve muhafazakâr karakterleriyle Kızılcık Şerbeti’nin yarattığı gündem (reyting diyelim) ortadayken, aynı yapımcı yeni bir dizi sürdü piyasaya – bu sefer de biraz Kemalistleri ve tarikatları karikatürize etmez miydik? Bilemedik. RTÜK, gelen şikayetler üzerine, (şimdilik) 2 haftalık yayın durdurma cezası verdi. Ben yine Şerif Mardin’i, Türkiye’yi İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına götüren süreçte tarikatların etkinliğini ve 2023 genel seçimlerinde sıkça gündeme gelen devletin tarikatlaşmasını hatırladım. Kızıl Goncalar dizisine ve yarattığı toplumsal tepkiye baktığımda gördüğümü yazmak yerine, bu sefer, iki video bırakıyorum ilgilisine.
İzlerken, Marx’ı, Das Kapital’i ve şu sözünü birlikte düşünmeli insan: “Din, toplumların afyonudur.”
1: İsmail Arı, Menzil’in Kasası
Gazeteci İsmail Arı’nın yolu, Kızılay üzerine araştırma yürütürken, Menzil tarikatıyla kesişmiş. İncelediği belgelerde, Kızılay’ın satın aldığı ürünlerin Menzil tarikatına ait şirketler olduğunu gördüğünde, önce, tarikatın sağlık sektöründeki yapılanmasının izini sürmüş. 2012’de hükümet yetkililerinin katılımıyla gerçekleştirilen EMSEY HOSPITAL açılışının ikonik bir görsel olduğunu belirten Arı, özellikle Menzil tarikatında üst düzey bir yöneticinin tanıklığıyla, bu toplumsal (siyasi) ilişkilerin peşine düşmüş. Menzil’in Kasası isimli kitabının tanıtımı için verdiği bu röportaj, bir anlamda, Kızıl Goncalar dizisinde portresi çizilen tarikat yapısının günümüz koşullarındaki arka planını sunuyor.
“Adına hizmet diyorlar. (…) Ne yapacaksın? Ücretsiz orada [Menzil köyünde] faaliyette bulunacaksın. Belki on gün yolları süpüreceksin. Belki bir hafta mutfakta temizlik yapacaksın. İnşaat işi varsa inşaatta çalışacaksın. Hatta cemaat mensupları, yıllık iznini kullanıp oraya bu hizmet adı altında gidenler var. Yılda [bir insanın] izni 21 gün; o 21 günü orada hizmet adı altında çalışmak için harcıyor ve sonra geri dönüyor. Hatta deniyor ki polisler, askerler dahi yıllık izinlerini bir kısmını hizmet adı altında orada geçiriyorlar. [Kaynağımıza göre] cemaati yöneten şeyhlerin korumalarının da bu şekilde oluştuğu. En başta söyledim, uzman çavuş, astsubay arasında çok örgütlüler diye. Örneğin, İstanbul’daki bir polis memuru 15 gün izne ayrılıyor ve oraya gittiğinde hizmeti de Menzil’in şeyhlerine korumalık yapmak. 15 gün onun izni bitiyor döneceği zaman bir Jandarma uzman çavuş gidiyor. Belinde zaten taşıyabildiği, mesleğinin gereği silahı var, yıllık izninde şeyhin korumalığını yapıyor ve bu döngü sürekli devam ediyor.”
İsmAİL ARI
2: Mustafa Öztürk, Kızıl Goncalar Kimden Yana?
İlahiyatçı akademisyen Mustafa Öztürk, doğrudan tekke ve tarikatların tarihi dönüşümü üzerine bilgiler sunarken, Kızıl Goncalar dizisinin, aslında, dile getirdiği konular çerçevesinde (gizli) siyasi bir mesaj (amaç) içerdiğini iddia ediyor. O da şu: Bu ülkede kutuplaşma son bulacaksa, bu, ancak muhafazakârların şefkati, hoşgörüsü ve merhametiyle olacak. Başka bir ifadeyle, Öztürk, dizinin eleştiri perdesi arkasında belli bir yaşam biçiminin propagandasını yaptığını savunuyor. Bu tersten teorisininnin doğrulandığını ya da yanlışlandığını göreceğiz.
“Dizinin bir derinliği var, o diziyi kurgulayan zihniyetin de bir derinliği var… Zeynep, Meryem, mazlumlar… Hele hele bir de Birgül Hanım var ki… Diğer taraf mutant yani… Ve onlar öyle güzel yürekliler ki taş kesilmiş kalpleri bile yumuşatıyorlar… Gene puan kimin hanesine yazılıyor hocam? Gene muhafazakârlara… Eğer bu dizi şak diye kesilirse benim bütün teorilerim çöker.”
Mustafa öztürk