Istanbul Art News ile, yurt dışında kültür-sanat alanında çalışan Türkiyeliler dosyası kapsamında, bir söyleşi yaptık. Dilim döndüğünce yaptıklarımı anlattım.
IAN ekibine teşekkür ederim.
Sosyoloji lisansının ardından Ana- dolu medeniyetleri ve kültürel miras yönetimi yüksek lisansını tamamlayan Elif Çiğdem Artan, Pera Müzesi’nde çalışırken saha çalışmalarına geri dönmek istiyor ve soluğu Frankfurt’ta alıyor. Doktora yapma kararıyla kendine uygun bir okul ararken Frankfurt Tarih Müzesi’nin “Bibliothek der Alten” projesinde önce gönüllü stajyer olarak, üzerinden çok geçmeden de resmi olarak çalışmaya başlıyor. Bir proje diğerini beraberinde getiriyor ve Artan, “Bibliothek der Alten” kapsamında yürütülen “BdA119” Projesi’nin koordinatörü ve küratörü oluyor.
Araştırmalarında göçmen sorunu ve dijital arşivlerin yönetimi gibi günümüz problemlerini ele alan Elif Çiğdem Artan’dan müzecilik kariyerini, kentsel arşivleri ve projelerini dinledik.
28 Kasım Cumartesi günü Köln’de 10. yılını kutlayacak Göçmen Kadınlar Birliği (GKB), Bibliothek der Alten projesini şenlik alanına taşıyor; sergi hazırlıyoruz.
Göçmen Kadınlar Birliği’nin ABC’si başlığı altında hem GKB’yi hem de kadınların bugüne kadar verdikleri mücadeleleri anlatıyoruz.
10 yıl boyunca yürüttüğümüz projelerden, gerçekleştirdiğimiz etkinliklerden, hazırladığımız basın açıklamalarından, “Kadın” dergimizde yayınladığımız yazılardan ve en önemlisi kadınlarla kurduğumuz ilişkilerden, birlikte mücadelenin kadınlara hissettirdiklerinden, hareketle hazırlayacağımız bu sergide, GKB’nin çalışmalarını, hayata bakışını ve mücadele alanlarını bir araya getiren Dişil Bir Sözlük oluşturmak istiyoruz.
Göçmen Kadınlar Birliği’nin ABC’si:Dişil Bir Sözlük
Eril tahakkümün kadınlara dayattığı dili -ve bu dilin çerçevesinde dayattığı siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel dünyayı- yeniden tanımlamayı amaçladığımız bu sergide, GKB’nin gündemini oluşturan kelimeleri birer görsel ve kısa metinlerle bir araya getiriyoruz. GKB’nin farklı coğrafyalardan kadınlarla da tanışabilmesi amacıyla, ilerleyen zamanlarda, serginin hem Almanya’nın farklı kentlerinde hem da başka ülkelerde tekrar açılmasını umut ediyoruz.
Sergide yer alacak görseller ve metinlerin yanı sıra, sergi hazırlık sürecinden notlar, fotoğraflar, izleyici görüşleri vb. ile de zenginleştirilecek “sergi kitabı”nı üç farklı dilde (Türkçe, Almanca, İngilzice) hazırlayarak daha fazla kadına ulaşabileceğimize inanıyoruz. Daha sonra bütün bu çalışmalar, bir sergi yayını olarak, Bibliothek der Alten kutumuzda yer alacak ve 2105 yılına kadar burada korunacak ve sergilenecek.
Almanya’nın farklı kentlerinde yaşayan GKB üyeleri, geride bıraktıkları 10 yılı A’dan Z’ye düşünürken hangi kelimelerin, nesnelerin, duyguların ve hatta renklerin onlar için ne anlama geldiğini listeliyor ve kendi çekecekleri ya da hazır bulunan fotoğraflarla ifadelerini görselleştiriyor. Sonunda 29 görselin yer alacağı bu sergiyi 11 kentte 200’den fazla GKB üyesi kadın birlikte hazırlıyor.
Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı; Eşitlik ve Özgürlük İçin
GKB’nin söyleşiler, danslar, koro türküleri ve konserlerile kutlayacağı 10. yıl şenliği hakkında daha fazla bilgiye buradanulaşabilirsiniz.
Göçmen Kadınlar Birliği’nin Bibliothek der Alten projesi hakkında daha fazla bilgi için: www.bda119.de
Avrupa Birliği ve Türkiye arasında imzalanan mülteci anlaşmasının ardından yükselen ırkçı tartışmalar ve ardından yaşanan saldırılar hep aynı soruyu aklıma getiriyordu: 1960’lardan günümüze, özellikle Avrupa ülkelerine yönelik dış göç politikaları, Türkiye’de ikamete mecbur bırakılan mültecilere dair iç politikaya neden rehberlik edemiyor?Bu soru, mültecileri politikalarına araçsallaştıran siyasetçilere yönelik değil; kendi deneyimlerimden yola çıkarak, sivil toplum örgütlerine ve kültür-sanat kurumlarına yönelikti.
Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin Heritage 2024 Fuarı’ndaki Miras Sohbetleri etkinliğine davet edilmem, marjinalleştirilen toplulukların hafızasının politikasını İstanbul’da, kültür-sanat çalışanlarına erişebileceğim bir ortamda konuşma fırsatı verdi. Bu değerli imkânı bana sundukları için Kadın Eserleri Kütüphanesi’ne yeniden çok teşekkür ederim.
Bu yazıda, göçmen kadınların hafıza projelerinde Almanya ve Türkiye deneyimlerimize dair sohbetimizin ana başlıklarını özetleyecek ve hafızanın (toplumsal cinsiyet ve göçmen) politikasına dair ihtimalleri kısaca değerlendireceğim. Bu amaçla, önce, Federal Almanya Göçmen Kadınlar Birliği (GKB)’nin hafıza kutusunu; sonra, Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin “Ötekinin Hafızası” projesini kısaca tanıtacağım.
Göçmen Kadınların Hafıza Kutusu — Almanya Örneği
Göçmen Kadınlar Birliği-Frankfurt, 2013 yılında, Frankfurt Tarih Müzesi’nin her yıl başka bir semtin hafızasını belgelemek amacıyla yürüttüğü Stadtlabor (Kent Laboratuvarı) katılımcı sergi projesine davet edilir. 2005 yılında Frankfurt’ta kurulan ve bugün 20’den fazla Alman şehrinde örgütlü faaliyet yürüten GKB, dernek mekânlarının da yer aldığı Ginnheim bölgesinin hafızalaştırılmasına hazırladıkları sergi materyalleriyle dahil olurlar. Bu birlikte üretim, 2105 yılına kadar Frankfurt Tarih Müzesi’nde ziyarete açık kalacak “Bibliothek der Generationen” projesine GKB’nin davet edilmesine kapı aralar.
Koordinatörlüğünü ve küratörlüğünü üstlendiğim Göçmen Kadınlar Birliği (GKB)’nin hafıza kutusu, Türkiye’nin farklı coğrafyalarından, farklı etnik ve dini kimliklere sahip ve farklı anadillerle Almanya’ya göç eden kadınların toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve ırkçılığa karşı örgütlü mücadelelerinin, kazanımlarının ve gelecek tahayyüllerinin tarihini içeriyor. Ancak, hafıza projesi için atölye çalışmalarını hazırlarken, katılımcı küratörlük pratikleriyle sözü (kalemi) projenin öznelerine bırakan ve göçmen kadınları homojenleştiren stereotipleri kesişimsel feminist perspektifle eleştiren yeni bir yöntem geliştirdim. Buradaki asıl amacım, hafıza kutusu projesini temel bir tarih yazımı bağlamında kavramsallaştırmaktı: (HER)story.
(HER)story, İngilizce history (tarih) kelimesini “his-story” (erkeğin hikâyesi) olarak değerlendirerek, kadınların tarih yazımında geleneksel olarak dışlanmasını vurgular. Bu kavrama dayanarak, göçmen kadınların hafıza kutusu projesi, kadınların deneyimlerini ve seslerini tarihsel anlatılarda ve toplumsal hafıza çalışmalarında daha görünür kılmayı amaçlamıştır. Ancak, yaptığım araştırmalarda, (HER)story kavramını kullanan farklı projelerin atölye çalışmalarında, genellikle, kolaylaştırıcının veriyi toplayıp yayına, sergiye ya da etkinliklerde sunuma dönüştürdüğünü gözlemledim. Ayrıca, atölye çalışması katılımcılarının deneyimleri çoğunlukla sadece toplumsal cinsiyet perspektifinden değerlendiriliyordu ve bu da kadınların homojenleştirilip sahip oldukları farklı kimliklerden dolayı maruz kaldıkları çoklu ayrımcılık ve şiddet vakalarının görünmez kalmasına neden oluyordu. Bu sebeple, (her)story kavramını, atölye çalışmalarında, katılımcı küratörlük ve kesişimsel feminist pedagojiyi birlikte uygulayarak geliştirdim.
Katılımcı küratörlük, kültürel ve sanatsal üretimlerde toplumun çeşitli kesimlerini, özellikle de marjinalleştirilmiş grupları karar süreçlerine aktif olarak dahil etmeyi ve onların deneyimlerine dayalı olarak yayın, sergi ve etkinlikler düzenlemeyi içeren bir yöntemdir. Hafıza kutusunda yer alan poster, el ilanı, bildiriler, düzenli yayınlanan dergilerin seçili kopyaları ve ses-görüntü dijital kaytılarına ek olarak, küratörlüğüm ve editörlüğüm altında, sıfırdan üretilen arşiv materyalleri de bulunuyor: Hikâye kitabı, koro kitabı, bir yıllık çalışmaların dokümentasyonu ve arkadaşlık kitabı.
Atölye çalışmalarında yürüttüğümüz teorik tartışmalar, yazma denemeleri ve kollektif yorumlarla, bu dört arşiv materyalinde kadınlar, kendi tarihlerinin sadece anlatıcısı değil yazarı da oldular. Katılımcı proje küratörü olarak ben çoğunlukla katılımcılardan gelen talepleri değerlendiriyor, yol gösterici örnek çalışmaları hazırlıyor ve karar süreçlerinde yorumda bulunmayıp sadece sorularını yanıtlıyordum. GKB’nin de kurucu üyelerinden biri olduğu DaMigra’nın (Dachverband der Migrantinnen e.V. —Göçmen Kadınların Çatı Örgütü) sağladığı fonla 2017-2018 yıllarının farklı zamanlarında gerçekleştirdiğimiz atölye çalışmalarının her biri, benim tarafımdan, müzecilik, toplumsal hafıza ve kesişimsel feminist perspektiflerinden planlandı. Örneğin, öykü kitabı, kadınların kendi tarihlerini yazmaları (HER)story; koro kitabı, göç ve somut olmayan kültürel miras ilişkisi; 1 yıllık faaliyetlerin dokümentasyonu, arşivleme ve kürasyon; ve son olarak, arkadaşlık kitabı, göçmen kadınların örgütlü mücadelesi.
Kesişimsel feminizm, ırk, sınıf, toplumsal cinsiyet, cinsel kimlik, yaş, oturum statüsü vb. farklı faktörlerin bireylerin maruz kaldıkları çeşitli ayrımcılık ve şiddet vakalarında ayrı ayrı değil bir arada etkin olduğunu savunur. Bu bağlamda, özellikle marjinalleştirilen topluluklar, aynı anda birden fazla ayrımcılık ve şiddet türüne kalabildiklerini tartışır. Örneğin, cishet bekar bir kadın ile queer – sperm bankasından hamile kalan – bekar bir annenin maruz kalacağı toplumsal baskı aynı olmayacaktır. Biri, henüz evlenmediği için eleştirilebilecekken; diğeri hem evlenmediği hem de bir erkek olmadan anne olduğu için dışlanabilir. Hafıza kutusunda yer alan arşiv materyallerini tartıştığımız atölye çalışmalarında, tektipleştirilen kadınlık ve annelik rollerini hem kesişimsel feminist perspektiften çeşitlendirdik hem de bireysel anlatılarda bu deneyimlerin yarattığı farklılıkların altını çizdik.
1990 yılında kurulan Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı (KEKBMV), Türkiye’de kadınların tarihini ve kadınlara dair bilgi ve belgeleri toplar, saklar ve araştırmacıların erişimine sunar. Kütüphanenin koleksiyonunda yer alan kitaplar, dergiler, kişisel arşivler, mektuplar, fotoğraflar, afişler ve çeşitli dokümanlar, Türkiye’de kadınların sosyal, kültürel, politik ve ekonomik yaşamlarına dair geniş bir perspektif sunar. Kadın Eserleri Kütüphanesi, faaliyetlerini, kadın tarihi, feminist çalışmalar ve toplumsal cinsiyet konularında düzenlenen etkinlikler ve projeler ile İstanbul’un Balat semtinde yürütmektedir. 6 Mart – 6 Nisan 2024 tarihleri arasında, Kadın Eserleri Kütüphanesi, “Kadınların Göç Hafızası” sergisini açtı.
Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı (KEKBMV) tarafından yürütülen ‘Ötekinin Hafızası’ projesi; Türkiye’de yaşayan ve üretimlerini burada yapan, ülkelerindeki savaşlardan, otoriter rejimlerin baskılarından, yoksulluktan veya özgürlüklerinden mahrum edildikleri için kaçarak Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan 5 göçmen kadın sanatçının sanatsal ifade ve kişisel tarihlerinin Kadın Eserleri Kütüphanesi arşivlerine kazandırılmasını hedeflemektedir.
Proje koordinatörü ve sergi küratörü Nilgün Kıvırcık, #Heritageİstanbul2024 Kültürel Miras Sohbetleri’nde, çalışmanın amacını, yürütülmesini ve ziyaretçilerden aldığı tepkileri dinleyicilerle paylaştı. Özellikle, düzenlenen film gösterimleri ve söyleşilere katılımın yüksek olduğunu belirten Kıvırcık, serginin geleneksel medyada da yayıldığını sözlerine ekledi. Benim GKB’nin hafıza kutusundaki deneyimlerimden yola çıkarak merak ettiğim konulardan biri de sergi projesinin bütçesiydi. Kıvırcık, sanatçıların üretimleri için destek aldıklarını ancak geri kalan bütün işlerin gönüllü çalışmalarla tamamlandığını belirtti.
Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin YouTube kanalında erişime açılan sözlü tarih video çalışması, beş göçmen kadın sanatçının hem geldikleri ülkeden ayrılma sebepleri hem de İstanbul’da kurdukları yaşantı ve gelecekten beklentilerine dair doğrudan ipuçları sağlıyor. Her bir göç hikâyesi özneldir; ancak, hiçbiri uluslararası ve yerel göçmen politikalarından bağımsız değildir. Bu bağlamda, bazı kavramların farklı kadınlar tarafından sıklıkla dile getirildiği bu video çalışması, Türkiye’de göçmen kadın olmanın hangi alanlarda nasıl ortaklaştığını anlatıyor: Ev, dil, umut, vazgeçmemek ve daimî yolculuk. Tüm bu farklı ifadeleri tek bir kavram altında toplayacak olursak, sanatçılar, sıklıkla aidiyet duygularından bahsediyor. Ya da ait hissedememe. Çünkü: zorunlu göç, savaşın yıkıntıları altında bırakılan bir geçmiş ve çeşitli siyasi gruplar tarafından “Suriyeliler gidecek!” afişleriyle donatılmış İstanbul sokakları.
Videoda vurgulanan önemli konulardan biri de Türkiye’de her geçen gün artan ırkçılık. Kesişimsel feminist perspektiften bakıldığında, her seçim döneminde yeniden araçsallaştırılan mülteci topluluklarının hepsi bu siyasi söylemlerden aynı şekilde etkilenmiyor. Hırsızlık, taciz gibi suçlarda, failin uyruğuna göre doğrudan hedef gösterilen etnik kimliklere sahip mülteciler, geldiği ülkedeki ekonomik sermayesini Türkiye’de sosyal sermayeye çevirebilen mültecilerden farklı deneyimler yaşıyor. Örmeğin, “geçici koruma” altındaki Suriyeliler ve mülteci statüsüne sahip Ukraynalılar arasında gündelik hayatta maruz kaldıkları ayrımcılık ve şiddet vakaları aynı olmayacaktır. Bunun en temel sebebi de Türkiye’nin mülteci politikaları.
Türkiye, 1951 tarihli Birleşmiş Milletler Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi’ne 1961’de coğrafi kısıtlama ile taraf olmuştur. Yani, Avrupa Konseyi üye ülkeleri dışından gelip Türkiye’ye sığınanlara mülteci statüsü tanınmaz. Ancak, 2014 yılında yapılan düzenlemeyle, mülteci statüsü tanınmayacak olanların “geçici koruma” altında Türkiye’de ikametine izin verilmesi yasalaştırılmıştır. Bunun sebebi, 2016 yılında imzalanan “AB-Türkiye Mülteci Anlaşması” kapsamında Avrupa Birliği ülkeleriyle yapılan yeni ekonomik anlaşmalar olarak yorumlanabilir. Bu anlaşmaların uluslararası insan hakları hukukuna aykırı olduğu kısıtlı bir çevre tarafından tartışılır. Anlaşmaya göre, Türkiye’de “geçici koruma” altında bulunan kişilerin uluslararası sığınma talepleri artık işleme alınmayacaktır. Bu karar, en yalın haliyle, Suriyeli mültecilerin 2016 yılından bu yana ve belirsiz süreliğine Türkiye’de ikamet etmek zorunda kalmalarını ifade eder.
Hukuki korumaya sahip mülteciler ile “geçici koruma” altında her an sınır dışı edilme tehlikesi içinde yaşayanların gündelik hayatta hak aramaları da aynı değildir. COVID-19 salgını sırasında LGBTİ+ mültecilerin sağlık ve hukuk sistemine erişimde yaşadıkları sistematik engeller ve 6 Şubat depremlerinin ardından otobüslere bindirilen mültecilerin Türkiye’de iç göç zorunluluğu bunlardan bazıları. Bunun bir de iş yerinde taciz, ödenmeyen maaşlar, haneye tecavüzler ve evden atılmalar gibi yerel gazetelere bile haber olmayan tekil gündelik vakaları var. Bu çerçevede, sadece “Kadınların Göç Hafızası” sergisinin değil; bütün olarak Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin “Ötekinin Hafızası” projesinin, göç ve toplumsal cinsiyet alanında daha fazla akademik araştırma yapılmasına imkân sağlayacak belgeleme çalışmalarıyla feminist tarihyazımına etkin bir katkıda bulunduğunu düşünüyorum.
Hafızanın (Toplumsal Cinsiyet ve Göçmen) Politikası
Hafıza çalışmalarında sıklıkla belirtildiği üzere: Arşiv politiktir. Başka bir ifadeyle, arşiv, “tarihsel olay” olarak kaydedileni ve kaydedilmeyeni belirler. Dolayısıyla, “tarihi kazananlar yazar” denilir. Feminist bellek çalışmaları, bu ataerkil sömürgeci tarihyazımının karşısına konumlanarak, toplumsal cinsiyet ve göçmen politikalarına bağlı olarak marjinalleştirilen toplulukların mücadelelerini kolektif anlatı içinde görünür kılmayı amaçlar. Böylelikle, iktidarların resmî tarih anlatısının karşısında, doğrusal ve otoriter olmayan bir tarih yazımı imkânı sunar. Göçmen kadınların hafıza projelerinde Almanya ve Türkiye deneyimlerimize dair sohbetimizde, feminist bellek çalışmalarının farklı yöntemlerini ve yaşanan ortak sıkıntılarını kamusal alanda gündeme taşıdık.
İki projeyi, hafızanın (toplumsal cinsiyet ve göçmen) politikası çerçevesinde, birlikte düşündüğümde, katılımcılık ve kesişimsel feminist pedagoji açısından kamusal tartışılmasının önemli olduğunu düşündüğüm konuları kısaca şöyle özetleyebilirim:
Katılımcılar: Göçmen kadınların hafıza kutusu projesine GKB’yle ilişkide olan herkes katılabilirken, “Kadınların Göç Hafızası” sergisinde, belli kriterler gözetilerek, sanatçılar davet edilmiştir. Bu iki farklı temel yaklaşım hem katılımcılara erişim hem de bütçe ve mekân gibi çeşitli sınırlamalar göz önünde bulundurularak belirlenmiştir. Birinde bir örgütün monografik çalışması yapılırken, diğerinde farklı deneyimlerin temsiliyeti sağlanması hedeflenmiştir. GKB’ye katılan kadınların çeşitliliği, anlatıları doğal olarak çeşitlendirirken, “Ötekinin Hafızası” projesinde, sadece belli deneyimlerin temsiliyetini engellemek adına, kapsayıcılık ilkesi uygulanmıştır.
Maddi Kaynaklar: Her iki proje de maddi destek sağlamış olsa da yeterli bütçe oluşturulamadığı için gönüllük esasına dayalı çalışanların emekleriyle tamamlanabilmiştir. Etkinlik günü de belirttiğim gibi, marjinalleştirilen topluluklar kültür-sanat çalışmalarında çoğunlukla bir kota olarak değerlendiriliyor. Sanatsal üretime dahi yetmeyecek bütçeler sunan kurumlar, yıl sonu faaliyet raporlarına toplumsal cinsiyet ve göçmen istatistiklerini olumlu doldurarak aslında kendi gelecek bütçelerini sağlıyorlar ve marjinalleştirilen hayatların metalaştırılması ve projelerin gerçek amacı olan eşitlik ve kapsayıcılık ilkelerinin uygulanmaması görmezden geliniyor.
Küratörlük: İki projedeki yöntem farklılıkları en net şekilde küratörlük çalışmalarında görülüyor. Her iki proje de katılımcılık esasına dayalı olsa da göçmen kadınların hafıza kutusu projesinde, katılımcılar, kendi anlatılarının yazarı olurken; “Kadınların Göç Hafızası” sergisi, sanatçıların sesinin sanatsal üretimleri ve kısa videolar aracılığıyla aktarılmasına aracı oluyor. Bu farklılık, katılımcı küratörlük pratiklerinin farklılaşmasından kaynaklanıyor. Burada, benim hafıza kutusu projesini, bütün halinde, sosyolojik bakışla ele aldığımı ve Nilgün Kıvılcım’ın belgeleme çalışmalarına sanatsal yaklaşımını görüyoruz. Örneğin, teorik tartışmalarda “öteki” dışlanmayı temsil ederken, belgeleme çalışmalarını dikkat çekici kılmak amacıyla proje başlığında kullanılmış.
Arşiv Materyalleri: İki proje arasındaki bir diğer temel fark da arşiv materyalleridir. Göçmen kadınların hafıza kutusu atölye çalışmalarına başladığımızda, ilk kararlaştırdığımız hususlardan biri kişisel objelerin kutuya yerleştirilmeyeceğiydi. Bunun temel sebeplerinden biri, göçün uzun yıllardır bavul ile görselleştirilmesiydi. Çünkü bu “umutlarını bir bavula sığdırdılar ve yeni bir hayata başladılar” metaforu, göçü romantikleştirip göçmenlerin maruz kaldıkları sistematik ayrımcılık ve şiddeti konuşulmaz kılıyor. Benzer şekilde, “anavatandan” getirilen eşyalar ile birlikte yemek ve müzik kültürü de göç edilen ülkede materyalleştirilip çok kültürlülük kavramını tüketim nesnesine dönüştürme riski içeriyor.
Sonuç olarak, Almanya ve Türkiye örneklerinde görüldüğü üzere, feminist bellek çalışmaları marjinalleştirilmiş toplulukların kendi hikâyelerini anlatmalarına ve toplumsal hafızada yer edinmelerine olanak tanır. Bu da toplumsal hafıza çalışmalarında çeşitliliği ve kapsayıcılığı arttırır. Ancak, bu projelerin sürdürülebilirliği ve ana akım toplulukların erişiminin kolaylaştırılması da önemli bir sorundur.
O yüzden, bitirirken, merak etmeden duramıyorum: Kadın Eserleri Kütüphanesi’nin mekânsal sınırları düşünüldüğünde, beş göçmen kadının sanatsal çalışmalarını kalıcı olarak sergileme imkânı zorlaşmaktadır. Bu bağlamda, “Kadınların Göç Hafızası” sergisinin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) son yıllarda hızla açtığı kültür-sanat mekânlarından birinde kalıcı olarak ziyaretçilere açılması mümkün olamaz mı?
Böylelikle, Frankfurt Tarih Müzesi’nde olduğu gibi hem projenin kalıcılığı hem de görünürlüğünün arttırılması sağlanabilir.
Kadın Eserleri Kütüphanesi’ne hem sohbet davetleri hem de nazik hediyeleri için yeniden çok teşekkürler!
Modern çağın tanımlayıcı unsurlarından birinin arşivler olduğunu söyleyebiliriz. Arşivler, tarihi bilgi ve hafıza biçimlerinin biriktirilmesi, saklanması ve yeniden değerlendirilmesi amacıyla kurulmuşlardır. Bu bağlamda tarih yazımının temel parçasını oluştururlar. Çünkü tarih, arşiv malzemelerinin üzerine, dolayısıyla arşivler aracılığıyla kurulur. Kent müzeleri ve arşivleri de bir şehrin toplumsal hafıza kaydının ana merkezleridir. Bilindiği üzere müzeler ve arşivler koleksiyonlarına bağlı olarak kategorize edilir. Kent müzesini ve arşivini diğerlerinden ayıran da, en yalın bakış açısıyla kent tarihini sadece bir coğrafya ve bu coğrafyayı betimleyen nesneler üzerinden değil, kentlileri de dahil ederek anlatmasıdır. İstanbul’da henüz bir kent müzesi ya da arşivi yok. O zaman, İstanbul’un kentsel hafıza kaydını kim tutuyor?
Vitra Çağdaş Mimarlık Dizisi‘nin dördüncü sergisi, “Dikkat! Kaygan Zemin”,Yelta Köm‘ün küratörlüğünde hazırlandı ve geçtiğimiz aylarda İstanbul Modern’de açıldı. Serginin bloguna kültür-kent-mimarlık-müzeler ve aktörler ilişkisi üzerine yazdım.
“Ellenmez, koklanmaz bir mimarlık kültürü nasıl üretilir ki tüketilebilen bir “şey”e dönüşür? “Dikkat! Kaygan Zemin” sergisi tüm bunların – ve bunların diğer kültür alanlarındaki izdüşümlerinin – konuşulmasını amaçlayan bir başlangıç noktası sunuyor izleyiciye.”
GKBli kadınların BdA119 projesi kapsamında hazırladığı Göçmen Kadınlar Birliği’nin ABC’si: Dişil Bir Sözlük, ARTIST 2016, Umulmadık Topraklarsergisine aldığı davet kapsamında, yenilenen kapağıyla ve Türkçe-İngilizce içeriğiyle, İstanbullu kadınlarla buluşuyor.
2015, Göçmen Kadınlar Birliği’nin (GKB) kuruluşunun 10. yılıydı. Geride bıraktığımız mücadeleleri düşünürken, eril tahakkümün kadınlara dayattığı dili –ve bu dil çerçevesinde dayattığı siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel dünyayı- yeniden tanımlamayı amaçlayarak Göçmen Kadınlar Birliği’nin ABC’sini yazmaya karar verdik.
10 yıl boyunca yürüttüğümüz projelerden, gerçekleştirdiğimiz etkinliklerden, hazırladığımız basın açıklamalarından, “Kadın” dergimizde yayınladığımız yazılardan ve en önemlisi kadınlarla kurduğumuz ilişkilerden, birlikte mücadelenin kadınlara hissettirdiklerinden hareketle hazırladığımız bu sergide, GKB’nin çalışmalarını, hayata bakışını ve mücadele alanlarını bir araya getiren Dişil Bir Sözlük oluşturduk.
Almanya’nın farklı kentlerinde yaşayan biz GKB üyeleri, geride bıraktığımız 10 yılı A’dan Z’ye düşünürken hangi kelimelerin, nesnelerin, duyguların ve hatta renklerin bizim için ne anlama geldiğini listeledik ve bölgelerimizde yaptığımız tartışmalar doğrultusunda görselleştirdik. Türkçe alfabede yer alan 29 harften yola çıkarak hazırladığımız bu sergide 11 kentte bulunan 200’den fazla GKB üyesi kadın, katılımcı sergi projesi çerçevesinde, birlikte çalıştık.
Bu bağlamda küratöryel çalışma, serginin tamamen GKBli kadınlar tarafından hazırlanacağı fikrinden hareketle, sözlük kelimelerini belirlemek üzere atölye çalışmaları yaparak ve metinler kaleme alınıp görseller seçilirken katılımcıların sorularını yanıtlayarak gerçekleştirildi, içerik planlamasına dair hiçbir müdahalede bulunulmadı. Çalışmanın sonunda da yine metinler sadece imla kuralları açısından editöryel kontrolden geçti ve grafik uygulama tarafından da kadınların belirlediği görseller için ortak bir dil oluşturuldu.
—
Küratör: Elif Çiğdem Artan
Katılımcılar: Göçmen Kadınlar Birliği’nin Berlin, Dortmund, Düsseldorf, Frankfurt, Geislingen, Göppingen, Hamburg, Köln, Nürnberg, Rüsselsheim ve Stuttgart kentlerindeki kadınları.
The Turkish Nil Yalter, who was born in Cairo in 1938 and grew up in Istanbul, has been living and working in Paris since 1965.
I was visiting Cologne for the weekend, and visiting Yalter’s exhibition was highly recommended by a friend of mine living in the city. The welcoming statement explains simply her enthusiasm: “Exile Is A Hard Job”; a quote from Nâzım Hikmet—the famous poet born in Turkey and died in exile, in Moscow.
Even though the exhibition title is directly linked to the concept of migration, Nil Yalter is concerned with mobility. She narrates the story of mobilization, in its very simple form of moving from one place to another. The reason for mobilization, its frequency, and the location in the national and international level might differ.
Estranged Doors is part of the 1983 series Exile Is a Hard Job. Eight photographs, portraits of four Turkish immigrants, are arrange around a text block. The text is a Turkish poem by Hasan Hüseyin Korkmazgil. He uses the image of a door to draw attention to a transnational space: a door is passed through, the previous room is left behind, and the new room lies ahead. The feeling of leaving and having not yet arrived is comparable to the situation of migrants. In the poem, doors not only lead to the estrangement mentioned in the title but also to servitude.
In a wide range of topics from the death penalty execution on May 6, 1972 in Turkey to the migration history from Turkey to Europe, and by applying various medium from painting and installation to video art, Nil Yalter tells a series of stories concentrating on mobility by putting forward the aspect of body, particularly female body. In her art, Yalter exposes female bodies from the perspective of mobility in various spaces. Additionally, she displays the similarities and differences of the female body’s mobility in different geographies.
For Neunkirchen (1975), Nil Walter accompanied two women from the village of the same—Ms. Meisel (a cleaner) and Ms. Schmidt (a worker at a dairy farm)—in their daily work. Yalter’s camera focuses on the simple jobs performed by the workers. The de-personalization makes the monotonous, servile, and disempowering activities visible. The jobs performed by women, including caring for the elderly, raising children, and household chores, often go unrecognized and unappreciated. They take place in the hidden, private space associated with the female sphere. This is contrasted with a video showing two men doing target practice.
The photographs in Algerian Marriage in France (1982) document the multi-day wedding celebrations of an Algerian immigrant family. The six photographs show the same group of women and children playing music, dancing, and laughing together in an elaborately decorated room. The traditional absence of men raises questions about gender-specific role models and spaces. Only at the wedding do the bride and groom finally meet. It seems as if the artist has removed the originally rich colors from the scenes and transferred them to the frames inspired by the wall decorations in the photos. She uses geometric shapes and bold colors, as in her abstract paintings from the 1960s.
Nil Yalter traveled to the Anatolian region of Niğde in 1973. She captured her impressions of nomadic lifestyles in nine collages with drawings, photographs, found materials, and handwritten labels. In a collage, four photographs document how sheep’s wool is processed to make felt. Another collage shows a container for transporting fragile teacups. Other collages describe the structure and dimensions of a yurt. Finally, Yalter built what at first glance seems to be an authentic Topak Ev (1973) (Turkish for “round house”). The portable tent, which can be assembled and disassembled, allows people to move around flexible to search for food and water. On the tent are lines from a novel by the author Yaşar Kemal, which deal with the continuing exile of nomads. Land-owners and governments forced them to abandon their nomadic lives and move to the suburbs of Turkish cities, where they began to work in factories.
In Topak Ev, with the yurt Yalter shows a private space associated with the female sphere. As young girls, the nomadic people living in the Anatolian steppe begin to make their own yurt as well as the decorations and tools for their future household. These make up their dowry, while the husband contributes a herd of cattle as capital to the marriage. The tent is the limited space in which the wide lives and works and which, with few exceptions, she is not allowed to leave. She determines who enters it. Topak Ev is a symbol of both female empowerment and oppression.
Nil Yalter’s concern with mobility showed itself as an outdoor activity of the exhibition, and she made murals with her exhibition’s poster. In the last part of the exhibition, eventually, the artist narrates the mobility from the experience of her own feminity and body from the perspective of mobility in the city of Cologne. Consequently, by calling visitors to mobilize, by preparing—in three languages—free exhibition guide, and by making a documentary film on the (her)story of the artist and her show in Museum Ludwig, the exhibition was absolutely inspiring.
This study aims at examining the integration of private museology into Istanbul’s culture industry in the twenty-first century, and focuses on the case of the Pera Museum by looking at its communication strategies with regards to visitor perceptions and the museum’s reputation.
September 2011 Publisher: LAP Language: English Paperback: 156 pages ISBN-10: 9783844309492 ISBN-13: 978-3844309492
This website uses cookies to improve your experience. We'll assume you're ok with this, but you can opt-out if you wish. Cookie settingsACCEPT
Privacy & Cookies Policy
Privacy Overview
This website uses cookies to improve your experience while you navigate through the website. Out of these cookies, the cookies that are categorized as necessary are stored on your browser as they are as essential for the working of basic functionalities of the website. We also use third-party cookies that help us analyze and understand how you use this website. These cookies will be stored in your browser only with your consent. You also have the option to opt-out of these cookies. But opting out of some of these cookies may have an effect on your browsing experience.
Necessary cookies are absolutely essential for the website to function properly. This category only includes cookies that ensures basic functionalities and security features of the website. These cookies do not store any personal information.